BATI’NIN MÜSLÜMANLARDAN ÇALDIKLARI
MİKRO KAN DOLAŞIMI
Modern kaynaklara göre mikro kan dolaşımını ilk keşfeden kişinin 1553’te ölen İspanyol Tabip Miguel Servet’tir. Oysa 1288’de ölen büyük İslam âlimi ve Müslüman Tabip İbnü’n-Nefis, ondan üç asır önce bu bilimsel açıklamayı yapmıştı. Mısır asıllı Dr. Muhyiddin Eltavî 1924’te Almanya Albert Ludwigs Üniversitesi’nde araştırma yaparken, İbni Sina’nın Kanununun Anatomi bölümünü açıklayan bir kitap bulur. Adı ‘Şerhu Teşrîhi Kanûn-i İbn Sînâ’ olan bu kitap, İbnü’n-Nefîs’e aitti ve anatomi, patoloji, fizyoloji alanlarında ciddi bilgiler veriyordu. Küçük kan dolaşımı hakkında detaylı bilgi veren bu keşifle Batı’nın Müslümanlardan alıp kendi adına tescil ettirdiği bir hırsızlığı daha ortaya çıkmış oldu. Ayrıca bu eser, en iyi bilimsel çalışma olarak değerlendirildi.
PUSULA
Yön tayin etme konusunda pusula çok ciddi bir işlev görür. Özellikle denizciler için çok mühimdir. Kimisi manyetik pusulanın icadını Çinlilere, kimisi Flavio Gioia isminde (hayalet) birisine ve kimisi de Petrus Peregrinus’a isnat etmektedir. Günümüzde bilimsellik adına kıble Batı olduğundan, oradan gelen her şey tartışmasız alınıp yutulur. Türkçe kaynaklara da baktığınızda genellikle pusulanın ilk olarak Çinliler tarafından kullanıldığına dair bilgilerle karşılarsınız. Çünkü Batılı kaynaklar genellikle böyle diyor.
Oysa Çinli tarihçilerin kendisi dahi eski tarihi kayıtlarında böyle bir şeyin yer almadığını söyler. Belçikalı tarihçi George Sarton da, eski Çin kaynaklarında pusulayla ilgili en eski bilgi, 11. Yüzyıla (1119 m) rastlamakta ve Guangzhou Liman’ında yaşamış Çinli bir yazara ait olduğunu ifade eder. Bu Çinli yazar, Batı’dan Çin’e gelen yabancı gemilerde, onlara yön gösteren bir ibre kullandıklarını gördüğünü söyler. ABD İslam Araştırmaları Bölümü’nün kurucusu Philip Khuri Hitti ise, sözü edilen bu yabancıların Müslümanlar olduğunu belirtir. Bu da, Çinlilerin manyetik pusulanın kullanımını Müslüman denizcilerden öğrendiğini göstermektedir. İtalyan tarihçi Chiara Frugoni de, Flavio Gioia isminde bilinen bir şahsiyet olmadığını, bu ismin kesinlikle hayali olduğunu belirtir. “Batı Üzerine Doğan İslam Güneşi” adlı kitabın yazarı Alman oryantalist ve felsefe doktoru Sigrid Hunke ise, 1269 yılına ait “Epistole de Magnete” adlı risalesinde vasfını anlatmasına istinaden pusulanın ilk mucidinin Petrus Peregrinus olduğu iddiasının yalan olduğunu belirtir.
Hâlbuki Müslüman denizcilerin çok daha önceleri mıknatısın özelliğinden istifade edip ibreyi iki ağaç parçası üzerine koyarak kullandıkları, tarihi kayıtlardan biliniyor. Zaman içerisinde geliştirilen pusula, hicri 9. Yüzyılda Ahmet b. Macid tarafından saat şeklindeki son halini alır. Macid, el-Fevaid aldı kitabında der ki: “Mıknatısın hokka (kutu) üzerine monte edilmesi, denizcilik ilmindeki buluşlarımızdandır ve bunda bizim için, daha önce herhangi bir kitapta yer almayan büyük bir hikmet vardır.”
MATEMATİKSEL ÇALIŞMALAR
Matematiksel işlemlerde kullanılan (+,-,x,÷) işaretler ve cebirsel ifadelerin; bunların keşfinin matematiğin ilerlemesi ve alt dallarına olan etkisi açısından fevkalade önemi ve ehemmiyeti, birazcık matematikle iştigal etmiş herkesin malumudur. Hatta günlük ev ihtiyaçları için alışveriş yapan bir vatandaş açısından bile matematiksel işaretlerin önemi çok bariz bir şekilde bilinmektedir. Gel gör ki bilim tarihi açısından bunların ilk kullananı veya koyucusunu sorarsanız, örneğin cebirsel ifadelerin ilk kâşifinin Fransız Matematikçi François Viete (1540-1603) olduğu söylenecektir. Aynı şekilde mesela ondalık kesirin ilk defa 1589’da Hollandalı Matematikçi Steven tarafından kullanıldığı belirtilecektir. Hâlbuki bilim tarihi birazcık samimiyetle, azıcık dürüstlükçe araştırıldığında, karşımıza çok farklı bilgiler çıkıyor. Her şeyden önce Cebir İlminin kurucusu meşhur İslam âlimi Harezmî (780-850)’dir. El-Muhtasar fi Hisabi’l-Cebri ve’l-Mukabele adlı eseri, bu alanda yazılmış ilk kitaptır. Dünyanın farklı dillerine çevrilen bu kitap ile söz konusu bilimin adı da Arapça kökenli olan cebr (جبر) olarak kalmıştır. Örneğin Türkçede “Cebir” olarak kullanıldığı gibi İngilizcede de bu bilime “Algebra”, Fransızcada “Algèbre” denir. Aynı şekilde, cebirsel ifadelerin ilk kullanıcısı ünlü İslam âlimi ve Maliki fıkıhçısı Ebu Hasan el-Kalasadi (1390-1450)’dir. El-Kalasadi’nin Keşfü’l-Esrar an İlmi Hurufi’l-Ğubar aldı eserinde bu ifadelerin kullanımı bolca bulunmaktadır. Ondalık kesirlerin ilk kullananıysa, İslam ulemasından Gıyaseddin Cemşid el-Kâşî (1390-1450)’dir. Ayrıca el-Kâşî hesap makinesinin de mucidi kabul edilir. El-Kâşî’nin matematik bilimi açısından çok önemli olan diğer bir eseri de Miftahu’l-Hisab adlı kitabıdır. Bu kitabının önsözünde der ki: “Altmışlı kesirleri kullanmasını bilmeyenlere hesaplamayı kolaylaştırmak için ondalık kesirleri icat ettik.”
Bunun yanında, birçok matematik denkleminin çözümünde büyük rolü olan sıfırın buluşu ve ikinci dereceden denklemlerin çözüm sistemi gibi daha birçok matematiksel ilklerin kaynağı, Harezmî gibi İslam âlimleridir. Bugün bütün dünyada kullanılan 1-9 sayılar da Harezmî’nin buluşudur. Yine bu meydanda parabol ve daireyi kullanarak kübik (üçüncü dereceden) denklemleri çözen Ömer el-Hayyam’ı (1048-1131) da unutmamak lazım. Fransız bilimci René Descartes ( 1596-1650)’in kurucusu kabul edildiği Analitik Geometrinin temelleri de el-Hayyam tarafından atılmıştır. Descartes’in asıl çalışması ise, el-Hayyam’ın döşediği taşları daha da ileriye götürmek olmuştur. Özetle eline fırsat geçen Batı’nın çalıp talan ettiği, sadece halkların yerüstü ve yeraltı zenginlikleri değildir. Yapabildiğinde, bilimsel miras ve kültürel değerleri de çalıp kendine isnat etmekten çekinmiyor maalesef.
AMERİKA KITASININ KEŞFİ
Amerikan’ın keşfi, kuşkusuz basit bir gelişme değildir. Neticede dünyanın önemli bir coğrafik parçasının tespiti söz konusudur. Ne var ki; birçok kadim iktişaf gibi bu da, Batılıların hanesine bir artı olarak eklenmiştir. Sadece Batı değil, Müslüman topraklarında kaleme alınmış sonraki kaynaklar da dâhil olmak üzere, dünyanın geneli, İtalyan asıllı olan ve 900 yıllık Endülüs (İspanya) İslam Devleti’nin yıkılışıyla 7’den 70’e Müslümanları soykırımdan geçiren Haçlı İspanya Krallığı adına çalışan Kristof Kolomb’a nispet etmektedir. Çinlilerin de bu bağlamda bir iddiası olsa da, modern dünyanın modern gücü Batı’nın sesi, hakikatlere rağmen diğer bütün sesleri bastırmayı başarabiliyor. Oysa eski İslami kaynaklar incelendiğinde, vakıanın öyle olmadığı bariz bir şekilde ortaya çıkıyor.
Örneğin Müslüman coğrafyacı ve tarihçisi Mesûdî, 956’da yazdığı “Mürucü’z Zeheb ve Meadini’l Cevher” adlı dört ciltlik tarih kitabında, Kolomb’un 1492’deki seferinden çok önce bazı Müslümanların Atlas Okyanusu’nu geçtiğini yazar. Mesûdî’nin bu eserinde yazdığına göre Endülüs denizcilerinden Haşhaş adında bir müslüman, bazı arkadaşlarıyla birlikte ‘Karanlıklar Denizi’ olarak isimlendirdiği -Arapçadaki bir ismi de böyledir- Atlantik Okyanusunu geçmiş, ten renklerinin kızıla çaldığı insanların yaşadığı bir karaya ulaşmış ve dönüşte buradan yüklü miktarda altın ve mücevher getirmiştir.
Mesûdî’nin bahsettiği bu kişi, Haşhaş b. Said b. Esved’dir. Tarihi kayıtlara göre 889 yılında Lizbon’dan (Leşbone) batıya doğru denize açılarak Atlantik Okyanusunu geçer ve bugün Amerika Kıtası olarak bilinen yere varır. Dönüşte de, Endülüs İslam Devleti’nin o günkü hâkimi II. Abdurrahman’a hediyeler getirir. II. Abdurrahman ise, bugünkü denizci asker rütbesi olan amiral rütbesiyle onu İslam donanmasının emiri tayin eder. Dahası Haşhaş’ın Kral Abdurrahman’a bir harita gösterdiği ve daha önce gidenlerin olduğunu söyleyerek Yeni Dünyaya açılmayı talep ettiğine dair bilgiler de var. Mesûdî çizdiği haritalarında, Afrika ve Avrupa kıtalarının batısında kalan Atlantik Okyanusu’nun bazı bölgelerini çizer ve buralara Meçhul Yer adını verir. İdrisi (ö 1180) ise, buraya Büyük Yer adını vermiştir.
Yine İfrikya eş-Şemaliye ve’s-Sahraviye (Kuzey ve Sahra Afrika) adlı kitabın sahibi açtığı özel bir başlıkta Şerif İdrisi (ö 560 h)’den nakille der ki: Bazı maceracı Endülüs gençleri, hicri 4. yy’da Karanlıklar Denizini keşfetmek üzere Batı Endülüs sahillerinden yola çıkarak batıya doğru giderler. Sonra güneye dönerek bir adaya ulaşırlar ve orada dev cüsseli, kızıl tenli, uzun saçlı insanlarla karşılaşırlar. Adanın kralıyla görüşürler ve okyanusun bilinmezliklerini keşfe çıktıklarını anlatırlar. Bunun mümkün olmadığına dair ikna edildiklerinde ise, doğuya doğru yola çıkarak Batı Endülüs’teki Lizbon Limanına ulaşırlar. Amcaoğulları olduğu anlaşılan bu maceracı gençlerin hikâyesi, Tarihçi Krackovski’nin incelemelerinde de yer almaktadır. Son olarak 1952’de Whitewater Üniversitesi Coğrafya Bölümünde yapılan araştırmalarda da, bu gençlerin seferi doğrulandı.
Diğer bir örnek, Ahvalü’t-Terbiye’l-İslamiye fi Emrika (Amerika’da İslami Eğitimin Halleri [Durumu]) aldı kitabın sahibi Dr. Kemal Nemr de, 1150 yılında bazı müslüman denizcilerin Endülüs’ten yola çıkarak bugün Brezilya olarak bilinen sahillerde istikrar sağladıklarını söyler. Ayrıca İspanya’da, İslam Devleti’nin yıkılışından sonra Müslümanların Haçlı İspanya Krallığı tarafından maruz kaldıkları zulüm döneminde, bazı Müslümanların zulüm ve baskılardan kaçarak Güney Kaliforniya ve Florida’ya yerleştiklerini gösteren 1790 yılına ait raporlar bulundu. Eski İslami kaynaklarda bunlara benzer başka örnekler de mevcuttur.
Diğer taraftan Müslümanların Kolomb’dan asırlar önce çizdikleri haritalarda Amerika kıtasının sahilleri de yer almaktadır. Örneğin hala İspanya’daki Escorial Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Müslüman Coğrafyacı İbni Zeyyat’ın haritası, hem güney hem de kuzey Amerika’nın doğu kıyılarını göstermektedir. Yine İdrisi gibi Müslüman coğrafyacıların bin sene önce çizdikleri dünya haritaları, doğruluk ve hassasiyet açısından çağdaş haritalardan geri kalmıyor. Bu haritalarda çizilen Amerika Kıtası, modern haritalarla neredeyse aynıdır. Müslüman coğrafyacıların çizdiği haritaların en ilginciyse, belki de 1513 yılına ait Piri Reis haritasıdır. Topkapı Sarayı’nda tesadüfen bulunan haritada Afrika, Amerika ve Güney Kutbu öyle incelikli çizilmiş ki; araştırmacılara göre bu mükemmel çizim, ancak uzaya gönderilen modern uydularla mümkün olabilir. Haritanın içeriği, birçok açıdan insanı dehşete düşürüyor. Örneğin Güney Kutbu ve Antarktika mükemmel bir şekilde çizilmiştir, ancak buranın keşfi haritadan çok sonra, 1818’de gerçekleşmişti. Bununla birlikte harita, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyor. Hâlbuki kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti. Bunun gibi daha birçok ince coğrafik çizimler ihtiva eden haritanın sırlarının uzmanlar tarafından keşfedilmesi bekleniyor.
Arkeolojik keşifler sonucunda, Amerika Kıtasında bulunan bazı eski eserler de Müslümanların buradaki varlığına işaret ediyor. Örnek olarak Rhode Island’da bulunan ufak bir Kuran parçası, 9. Yüzyıla ait olduğu anlaşıldı. Kolorado’nun güneydoğu bölgesindeki kara kayalar üzerinde bulunan yazıtların, harfleri ve yazılış şekilleriyle Amman’da bulunan kaya yazıtlarıyla aynı olduğu keşfedildi. Yine burada bulunan ve 9-10. yüzyıllara ait olduğu tespit edilen bazı paraların üzerinde Arapça yazılar olduğu anlaşıldı.
Bütün bunların yanında hem Kolomb hem de onu Muhammedilerin kontrolünde olmayan bir ticari yol bulmaya gönderen Kraliçe İzabella, Arap Müslümanların daha önce Amerika’ya gittiklerini biliyordu. Bu sebeple Kraliçe, Kolomb’u gönderdiği bölgenin yöneticilerine Arapça bir mektup yazar ve bu mektubun, Arapça el yazmaların yer aldığı Washington DC Müzesi’nde mevcut olduğu söyleniyor. Bununla birlikte Kolomb’un gemisine Arap asıllı Müslüman danışmanlar alınmıştı. Ayrıca bazı çağdaş Arap kaynaklarında gördüğüm kadarıyla Kolomb’un kendi hatıratlarında da, Müslümanların daha önce Amerika Kıtasına gittiğine dair ipuçları mevcut. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir: Amerika seferinde Ebu Abdullah adında Arap asıllı birinin kontrolünde olan kızıl bir ada gördüğünü yazmıştır. San Salvador Adası’nın yerlilerinin de, telaffuzu bozulmuş bazı Arapça kökenli kelimeler kullandığını söylemiştir. Honduras’ta ise, adına İmami denilen zenci Müslüman bir kabile gördüğünü aktarmıştır. Hepsinden önemlisi, Küba açıklarında bir tepenin üzerinde bir mescit gördüğüdür. Kimi araştırmacılar ise, Kolomb’un hatıratlarında yer alan mescit kavramı, mecaz anlamında kullanıldığını, tepenin bir mescide benzerliğini anlatmak istediğini söyler. Kısaca tarihi kaynaklar dürüst bir şekilde incelenirse, gerçeklerin zuhuru çok kolay oluyor.
Ancak burada çok önemli bir noktaya dikkat çekmekte yarar vardır. Şöyle ki örnek olması için farklı alanlardan incelediğimiz bu mevzular, sadece Batı zihniyeti ve medeniyetinin bencil, samimiyetsiz, kibirli, kendisi dışında kimseye fazilet tanımadığı, maddi manevi her açıdan istismarcı ve sömürgeci olduğunu göstermek içindir. Yoksa modern bilimsel ve teknolojik gelişmelerde Batı’nın öncülüğünü ve önceliğini inkâr etmek veya başka bir iddia söz konusu olamaz. Böyle bir şey ancak mükabere olur.
Batılıların öncülüğünde gelişen bilim ve teknolojinin eski temelleri, Müslüman bilim insanlarının çalışmalarına dayandığı, insaflı ve dürüst batılılar tarafından da itiraf edilen bir gerçektir. Sadece örnek olarak şu belgesel izlenebilir https://www.youtube.com/watch?v=oRZLuEVBtlM&feature=youtu.be. Zaten hiçbir medeniyet, ne sıfırdan oluşturulabilir ne de gökten zembille iner. Mutlaka kendinden önceki medeniyetlerden devraldığı kervanı sürdürür. Orta çağlarda Müslümanlar haricinde bilim adına kendinden söz ettirecek bir medeniyet de yoktu. Kaldı ki o dönemde bilinen dünyanın üç kıtasının kahir ekseriyeti Müslümanların hâkimiyetindeydi. Dolayısıyla Müslümanların o zamanki bilimsel öncülüğü, tartışmaya kabil olmayan bir realitedir.
Müslümanların bilimsel ve teknik çalışmalarının temeli de, Yunan, Eski İran, Roma, Eski Mısır gibi önceki medeniyetlerin çalışmalarına dayanmaktadır. Özellikle Abbasiler döneminde eski medeniyetlerden elde edilen her bilimsel çalışma, Arapçaya çevrilmiş ve istifade edilerek daha da ileriye götürülmüştür. Müslümanlar bu ciddiyet ve gayretlerini sürdürmüş olsaydı, modern gelişmelerin öncülüğü de onlarda kalarak devam ederdi.
Ne var ki Müslümanlar tembelleştiler, Gazali, Şihristani gibi âlimlerimizin teolojik felsefeyi eleştirmesi, bilimlerin birbirinden ayrılmadığı, genellikle felsefe adı altında işlendiği o dönemlerde, felsefedir düşüncesiyle bilimlerin de ihmal edilmesine sebebiyet verdiğini söylemek, sanırım hatalı olmaz. Bunun yanı sıra bilginin çalışma ile değil, batınî yaklaşımlarla yapılacak nefsi tezkiye ve riyazet sonucu ulaşılacak dereceye göre direk ilahi ilham ile olacağını öne süren ezoretik mistisizm baş göstermeye başladı. Bir evreden sonra siyasi idarecileri de, bilim insanından çok mistik yaklaşımların peşinden giderek sadece kendi hâkimiyetlerini sağlamlaştırmanın derdine düştüler. Bilimsel çalışmalar yerine, insanları asılsız menkıbelerle uyutan zaviyelere, uyutabildikleri insan adedine göre bütçeler ayırdılar. Allah’ın kevni yasası budur; inancı ve fikri ne olursa olsun, çalışan öncelik elde eder.
Burhanüddin Aldiyaî
Allah razı olsun Rabbim ilminize bereket katsın