Allah’ın adıyla

Allah’a hamd, Rasulüne salât ve selam olsun.

İman, öyle bir kavramdır ki uğruna ölünen ve öldürülen bir kavramdır.

İman, öyle bir kavramdır ki onu hakiki olarak anlayan insan değişir, dönüşür ve bir asrı ihya eder.

Kim gibi? “Cennetin kendisini özlediği” çok kıymetli sahabemiz, Ammar b. Yasir gibi..

Ammar (ra) o kutlu ailenin, Yasir b. Amir ve Sümeyye b. Habbat’ın kıymetli evladıydı. Mekke’de 564 yılında doğdu. Nübüvvetin ilk günlerinde İslam’a girdi. Rasulullah aleyhisselam ile 23 yıl birlikte yaşadı. Rasulullah aleyhisselamdan 62 tane hadis rivayeti vardır. İmanının ispatı olan Bedir, Uhud, Hendek, Cemel, Sıffin gibi savaşlara katıldı. Suriye’de 93 yaşındayken vefat etti.

Ammar (ra) İslam ile şereflendiğinde ve çeşitli işkencelere maruz kaldığında 46 yaşındaydı. O ve ailesi Mekke’nin dini yapısını hiçbir zaman benimsemeyip putlara asla itibar etmemişlerdi.

İslam’ın ilk günlerinde Efendimiz’ den duyduğu Kuran ayetleri onu çok etkilemişti. O dönemde Efendimiz ve talebelerinin mektebi olan Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evine daha fazla bilgi almak için gitti. Orada dilinden şehadet cümleleri döküldü.

Ammar (ra) o gün sabaha kadar Efendimizin dilinden İslam’ı dinledi ve o dinlediği hakikatler onun hayatını değiştirdi.

O ev artık onun için mektepti.

O artık Efendimizin elinin altında yetişen talebelerdendi.

İman insanı değiştirir ve dönüştürür. İnsan iman etti ise ve hayatında, bakışında, konuşmasında, duruşunda, yüreğinde bir değişme yoksa o iman hakiki bir iman mıdır?

Ammar (ra) iman edince ailesi ondaki değişikliği fark etmişti. İman onu değiştirmiş ve dönüştürmüştü. Ona bir izzet kazandırmıştı. Onu kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kul yapmıştı.

Ammar (ra) sonra ailesini imana taşımıştı ve onlar Efendimizden sonra iman eden ilk İslam ailesi olmakla şereflenmişlerdi.

Bu ailenin iman ettiği duyulunca tehditler, işkenceler, baskılar başlamıştı.

Aklınıza gelen en ağır işkencelere bu iman ailesi muhatap olmuştu. Diğer kölelere ibret olması için onlara aklın bile almayacağı işkenceler yapmışlardı.

O dönemde Müslümanlar bir avuçtu. Rasulullah’ın elinden bir şey gelmiyordu ve sadece onlara “Sabredin Yasir ailesi! Görüşmemiz cennette, cennet sizi bekliyor. ” diyordu.

O günlerin birinde Ammar’ a (ra) çok büyük işkenceler yapmışlardı; Güneşin altında kızdırılan demir bir zırh giydirilmiş ve adeta o kızgın zırhın içinde pişirilmişti.

Ammar (ra) anne babasına, kardeşine yapılan işkencelere de şahit oluyor ve imtihanına imtihan ekleniyordu. Çünkü bir insan için işkencelerin en ağırı gözlerinin önünde sevdiklerine işkenceler yapılmasıdır.

Ebu Cehil en sonunda bu işkenceleri doruk noktaya ulaştırdı ve aklın almayacağı şekilde annesi Sümeyye’yi akşamında babası Yasir’i ve sonra kardeşi Abdullah’ı şehit etti.

Geriye sadece Ammar (ra) kaldı. Medine hicretine kadar imanı için o işkencelere katlanmaya devam etti.

Bir gün Efendimiz onun için şu mübarek cümleyi söyledi: “Cennet şu üç kişiye müştaktır; yani üç kişiyi özlemektedir; Ali, Selman, Ammar”

Bu sözü iyi düşünün. Cennet bir insanı özler mi? Bir insanı cennet nasıl özler? Ammar (ra) imanını Allah’ a nasıl ispat etti ki cennetin özlediği kişi oldu?

Efendimiz yine bir gün Ammar’ ın imanını şu sözler ile gözler önüne serdi:

“Ey Ammar! Vallahi sen kemiklerine, iliklerine kadar iman kesilmişsin.” İman sadece dilinde kalmamıştı onun, tüm benliğine sirayet etmişti.

Peki Ammar’ ın (ra) tabi olduğu bu iman nasıl bir imandır?

İman, emn kökünden gelir. Emniyet, güven anlamlarındadır. Lügatta ise. güvenmek, verilen bir habere kalpten inanmak, haberi getireni tasdik etme, bir şeye tereddütsüz inanmak demektir. Allah’a, Hz Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasulü olduğuna, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanmak demektir.

Dini ıslahatta ise, Peygamberimizin Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz bir şekilde inanmak, bunların hepsini kabul etmek, tasdik etmektir.

İmanın özelliği alimler tarafından çokça tartışılmıştır.

Selefi Salih’in, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed’ e göre iman, dil ile ikrar, kalp ile tasdik, azalar ile ameldir. Bizler de bu yolu kabul eder bu yol üzere yürürüz.

Ehli sünnet alimler şu konuda icma etmişlerdir; “Bir kimse kalbi ile tasdik eder dili ile ikrar eder ama azaları ile amel etmekten uzak durur ise Allah’a ve Resul’üne isyan etmiştir.”

“İman dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir” inancı, bugün yanlış bir akidenin oluşmasına sebep olan bir inançtır.

Bu inancın Müslümanlara aşılanması Müslümanları sorumlu olduğu bazı noktalardan uzaklaştırmıştır.

Düşünün, eğer bir insan bu inanç üzere ise artık o kişiden hiçbir şey beklenmez ve o kişinin dinden çıkma olasılığı bile yoktur (!)

Bir kişi La ilahe illallah dedi, bitti ise o cennetliktir (!)

Bugün bu inancı insanlara aşılayanlar onları şu hadise tutunduruyorlar; “La ilahe illallah diyen cennete girer”

Bu hadisi hakkı ile anlayamayanlar için bu inanç onları şu yanlışa sürüklüyor; La ilahe illallah dedin, bitti. Sen artık cennetliksin. Seni cennete taşıyacak en büyük hakikat olan imanın senden hiçbir şey istemiyor. Senin üzerine hiç bir sorumluluk yüklemiyor.

Düşünün, bu inanç bizlerin kalplerindeki korkuyu çekip aldı. Hangi korkuyu?

İman üzere olsam da, şirke girebilirim, imanımı zedeleyebilirim korkusu.

Düşünün, insan, ‘İman ettim, girdim cennete’ derse ve böyle inanırsa o kişi neden uykusuz kalsın, neden İslam için, imanı için ter akıtsın, yorulup göz yaşı döksün?

Sahabe (ra) bu düşünceye sahip olsaydı değil Medine İslam devleti olsun, Mekke’nin değişmesi bile mümkün değildi.

Eğer ki Medine’de bir İslam devleti kurulmuş ve Arap yarımadası fethedilmiş ise onların inandığı Tevhid, iman ile bizim inandığımız iman arasında fark var.

“La ilahe illallah diyen cennete girecek” sözünü söyleyen aynı peygamber bu hadisin tamamlayıcısı olarak şu hadisi buyurmuştur:

“Kim la ilahe illallah derse ve Allah’ın dışında ibadet edilenleri reddederse hem malını hem de canını bizden korumuş olur. ”

La ilahe illallah diyeceksin ama küfürden de sakınacaksın. İmanını amele dökmek zorundasın.

Allah Subhanehu ve Teala, imanın amel ile ispat etme noktasını Nur suresinin 55. ayeti ile bizlere sunuyor:

“Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere vadetti: Onlardan öncekileri yeryüzünün halifeleri kıldığı gibi onları da yeryüzünün halifeleri kılacak, razı olduğu dinlerinde kendilerine iktidar/güç verecek ve korkularından sonra onları emniyete kavuşturacaktır. (Bu vaatte bulunduklarım) bana ibadet eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra kâfir olursa işte bunlar, fasıkların ta kendileridir! “

Allah ayette, daha önce İsrailoğullarına vadettiği gibi İslam ümmetine de hilafeti vadediyor. Allah Subhanehu ve Teala vadini gerçekleştirmişti; Hilafeti önce Hz Muhammed’e verdi. Sonra Ebu Bekir (ra), Ömer (ra), Osman (ra), Ali (ra)…

İslam ümmetine vaadedilen hilafet verildi.

Peki ne oldu da bu hilafetin vaadedildiği İslam toplumu yenilgiye uğramış bir toplum haline geldi?

Ayetteki vaat değişmedi. Demek ki bizler vaadi hak edecek şeylerden uzaklaştık.

Allah Subhanehu ve Teala vaadi hak etmeyi bir şarta bağladı; İman edip salih amel işlemek. Vaat yerine gelmiyor ise demek ki bugün bu şartta yerine gelmiyor demektir. İman dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibaret kalmış demektir.

Seyyid Kutub (rh) idam edileceği zaman bir imam yanına geliyor ve ona kelime-i şehadeti söylemesini telkin ediyor. Seyyid Kutub tebessüm ediyor ve diyor ki:

“Ben o kelimeyi yaşadığım için buradayım. Sen ise onu söylediğin için maaş alıyorsun.”

Düşünün, aynı sözü bir adam söyleyecek ipe gidecek bir adam söyleyecek maaş alacak!

Birinin imanı dil ile ikrardan ibaret kalmışken birinin imanı eti, kanı, kemiği olup ameline sirayet etmiş.

İslam sadece kalp ile tasdik dil ile ikrar olsaydı Mekkeli müşrikler “Ya Muhammed (sav) biz artık iman ettik ama namaz kılmıyoruz, biraz tembeliz.” derlerdi, demediler.

Onlar iman edince hayatlarının değişmek zorunda olduğunu biliyorlardı.

Muhammed Kutub (rh) diyor ki: “La ilahe illallah insanın hayatında bir değişiklik yapmayacaksa insandan belli talepleri yoksa, sadece kalp ile tasdik, dil ile ikrar edip Müslüman olunacaksa o zaman neden Medine’deki münafıklar üşenerek sabah ve yatsı namazlarına geldiler?”

İman bizim hayatımızı değiştirmek zorunda. İmandan önce ben, imandan sonra ben farklı olmak zorunda!

Kureyşin başındaki insanlar zeki insanlardı. Onlardan bir peygamber çıktı ve bu onların övünmesi gereken bir şeydi. Baktığımızda ilk karşı çıkan onlar oldu. Peki neden?

Madem iman dil ile ikrar. kalp ile tasdikten ibaretti neden söylemediler?

İman, hayatları değiştirmiyor, amellerde gözükmüyor ise Yasir ailesi neden katledildi?

Demek ki iman meselesi bizim zannettiğimiz kadar basit bir mesele değildir.

“Kim izzet arıyorsa hiç şüphesiz, izzetin tamamı Allah’a aittir. Güzel söz O’na yükselir. (Güzel sözü) salih amel yükseltir. Kötülüklerle tuzak kuranlar için, çetin bir azap vardır. Bunların tuzakları bozulur, yok olur gider.” (Fâtır, 10)

O kutlu nesil izzet ve şerefin kaynağı olan imana sarıldılar. İmanın kalbe girmesi ile tüm dünyaya karşı aziz, hiç eğilip bükülmeyen bir yapıya büründüler. Çünkü onlar izzetli olan Allah’ın izzetli olan dinine bağlıydılar.

Rebi b. Amir (ra) Rüstem’in yanına elçi olarak gitmişti. Bu elçinin üstünde eskimiş, yıpranmış elbiseleri, mütevazi bir silahı ve ufak bir atı vardı. İpek halıların üzerine kadar atı ile geldi. Silahını çıkarmadan Rüstem’in yanına doğru yürüdü. Sivri uçlu mızrağını baston gibi kullanarak ipek halıları dele dele yürüdü ve dedi ki:

“Allah Teala, kullarını kullara kulluktan çıkarıp yalnızca kendine kul yapmak, dünyanın darlık ve perişanlığından çıkarıp onları rahat bir hayata kavuşturmak ve batıl din ve inanışların zulüm ve kötülüklerinden kurtarıp İslam’ın adaletine ulaştırmak için bizleri buraya gönderdi.”

Sahabedeki izzeti görüyor musunuz?

Bugün bizlerin kombini bozuk olsa özgüvensiz hissediyor pısırıklaşıyoruz. Bizden makam, mevki ve meslek olarak üstün biri olduğunda önünde el bağlıyor, eziklik psikolojine giriyoruz.

Rebi b. Amir’e (ra) o izzeti veren iman değil de neydi?

Bilal’i (ra) hatırlayın. Boynuna urgan bağlamışlardı da çocuklar urganın ucundan tutarak onu sokaklarda sürüklemişlerdi. Ümeyye b. Halef, Bilal’i 24 saat aç, susuz bırakmıştı ve öğle vakti, güneşin en kızgın zamanında onu kızgın taşlara, kumlara yatırmıştı. Yetmemiş göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurmuştu. “Andolsun sen ölmedikçe ya a Muhammed’ i (sav) ve onun dinini inkar ederek Lat ve Uzza’ ya tapmadıkça bu azap üzerinden kalkmayacak” demişti.

Bilal’ in dilinden ise sadece bir cümle dökülmüştü; “Ahad Ahad”

Onlara bu izzeti, sabrı ve gücü veren sadece imanlarıydı.

İman, “La” ile başlar. İslam’a uymayan tüm değer yargılarını, hayat tarzını, şirk ve küfrü reddetmek demektir. İman amellerde gözükmedikçe ne kıymeti kalır?

Vahye muhatap olan ilk nesil imandan önce nasıldı?

Alkol alan, zina eden, kız çocuklarını diri diri gömen, putlara tapan bir nesildi. Onlar iman ile değip dönüşmüşlerdi. Kendilerini Allah’a ve Allah’ın dinine teslim etmişler ve sadece Allah’a köle olmuşlardı.

Sağlam bir iman gönülde yer etti mi, onun sonucu o kişinin hayatında gözükür. Kalbe yerleşen iman değiştirir ve dönüştürür. İslam bizden kuru bir tasdik ve ikrar istemiyor. İman, kuru bir tasdik ve ikrar olsaydı Medine’de bir İslam devleti olur muydu?

Amel, imandan ayrılmaz bir bütündür. İman, amel ile doğrulanan şeydir. Ne imansız amel olur ne de amelsiz iman…

“Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur/ışık kıldığımız kimsenin durumu, karanlıklar içinde olup oradan çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? Kâfirlere yaptıkları ameller böyle süslü gösterildi.” (En’âm, 122)

İmandan önce insanların kalpleri ölüydü. Ruhları karanlıktaydı. Sonra kalplerine iman girdi ve ruhları canlandı, aydınlandı. Hür ve aydın oldular. Onlar sapıklıktan sonra iman ile şereflenmenin kıymetini bildiler ve şükrünü ifa ettiler.

“Allah bana cennetin anahtarı olan imanı verdi. Bende Allah’ın dinini ikame edecek ve bu uğurda ölecek, öldüreceğim.” dediler.

Kızgın çöllerde hayatını kaybetme pahasına o eski haline ger dönmek istemediler. Peki bugün bizler neden korkmuyoruz?

Bugün, imandan mahrum hayatlara baktığımızda hep bir psikolojik problemler, depresyon, korku, ıstırap, şüphe, vesvese, üzüntü ile karşılaşıyoruz. Bugün, psikologlar bile bu iç huzursuzluğu metotları ile tedavi edemiyor ve İslam’a, inanca yönlendirme yapmaya başlıyorlar. Bugün toplum korkunç bir bunalım içerisinde ve intiharlar bir o kadar artmıştır. İçinde yaşadığımız bu dünya, buhranlar, krizler, huzursuzluklar ve ruhi bunalımlar ile dolu.. Ne yapılırsa yapılsın bu bunalım durdurulamıyor.

Hayat kolaylaşa da, maddiyat ve refah artsa da, rahatlık üst düzey olsa da insanların sıkıntıları azalmadan büyüyor. Bununla birlikte batıl modalar, içki, kumar, sigara, oyunlar, yarışlar da aynı düzeyde artıyor. Tüm bunlar şüphesiz o ruhi boşluğun eseridir. İnsanların iman ile doldurması gereken o boşluğu, boş işler ile doldurmasıdır.

“Ey Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi sapıtma”

İman, sınırlı bir kavram olmadığı gibi imandan olan amellerde sınırlı değildir. Bunu şu hadisler ile görüyoruz:

“İman yetmiş -ya da altmış- küsur şubedir. (Şubelerin) en üstünü “Lâ ilahe illallah/Allah’tan başka hak ilah yoktur.” sözü; en altı ise eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir.”

“Müminler arasında imanı en kamil olan, ahlakı en güzel olanlardır.”

“Gösterişsiz elbise giymek imandandır.”

İman asıldır ve onun birçok şubesi vardır. Her şubesine de iman denilebilir. Namaz imandandır. Zekat, oruç, hac, haya, tevekkül imandandır.

Bu şubelerden kimisinin ortadan kalkması ile iman son bulur, şehadet şubesi gibi…

Kimisinin ortadan kalkması ile iman son bulmaz, yerde eziyet veren bir şeyi kaldırmayı terk etmek gibi…

Asıl olan imanın Allah’a ispat edilebilmesi için bu saydığımız şubelerinde amel olarak ortaya çıkması gerekmektedir.

Velhasıl, iman bir sorumluluktur. Mümin ise başıboş bir varlık değildir. O, onu çepeçevre kuşatan ölçü ve hükümlere uymak zorundadır. Müslümanın sahip olduğu iman durgun, kuru bir iman değildir. Canlı bir şekilde hayatta kendini göstermek zorundadır. Eğer iman o canlılığı göstermiyor ise o ya sahtedir ya da ölüdür.

Cümlelerimi şu düşündürücü ayet ile bitirmek istiyorum;

“Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa, 136)

Bu ayette Allah Subhanehu ve Teala, kafirler değil Müslümanlara hitap ediyor.

Allah müminleri iman etmeye, yeniden iman etmeye davet ediyor. Düşünmek lazım, Allah neden böyle bir şey söylüyor, buradaki amacı ne? Bizden ne istiyor?

Allah Subhanehu ve Teala, sende bulunan iman vasfının sabitleşmesini, kökleşmesini istiyor. Senin bir iman iddian var, iman iddianı ortaya koy, ispat et istiyor.

Allah Subhanehu ve Teala kalplerimizi iman üzere sabit kılsın, imanlarımızın ispatı noktasını bizlere kolaylaştırsın. Ayaklarımızı iman dairesinden kaydıracak her türlü şerden bizleri emin kılsın.

Velhamdulillahi Rabbil Alemin

Zümra Adevi