ALLAH NİYE ACI, AÇLIK VE SAVAŞLARA (ÇİLELİ ÖLÜM) İZİN VERİR?

Allah Teâlâ Kuran’da akıl vasfını belli bir insan tiplemesi için kullanır. Bu tipleme evrendeki tek gerçeklik olan ilahi hakikati anlayıp ona göre hareket edendir. İlahi gerçeklik dışında gerçek zannedilen her olgunun gerçekliği, nispi ve görecelidir. Farklı mantık ve zihin kodlarına göre kısmen veya tamamen değişkenlik gösterir. Ayrıca ilahi tanıma vakıf olmayanlar, akıl ile zekâyı birbirine karıştırır. Her insan zeki olur fakat her insan akıllı değildir. Kendini zeki addeden nice din karıştı akıl yoksunu gariban, Müslüman’a aşağıdaki soruyu yöneltebiliyor.

Mademki Allah her şeye güç yetirendir ve çok merhametlidir, niye dünyada bu kadar acı, açlık, sefalet, hastalık, savaş, zulüm vs.’lere izin verir? Evrenin en ufak parçası olan atomun içine koca evreni yok edebilecek o müthiş enerjiyi yerleştirebiliyor da, niye insana sadece mutluluğun ve saadetin olduğu bir dünya vermiyor?! Bunca zulüm ve acıya izin verdikten sonra merhameti nerede kalıyor?!

İlahi iradeyi bilmeyen, kavramayan ve anlamayan için bu, içinden çıkılamaz bir sorudur. Ancak ilahi gerçekliği idrak edebilmiş akıl sahibi için çok sathi ve mantıksızdır. Şöyle ki; bütün evren gibi insan da mahlûktur ve ilahi irade ona; özgür irade, akletme yetisi ve anlama kabiliyeti verdikten sonra sorumluluk yüklemeyi uygun görmüştür. Dünyadaki diğer bütün varlıklardan farklı olarak yaratıp üstün özelliklerle donattığı ve insan-beşer adını verdiği bu varlığa sorumluluğu yüklerken, onu kendi haline bırakmamış, aksine kendi içinden, hemcinsinden seçtiği elçiler yoluyla ihtiyaç duyabileceği bütün bilgileri, ihtiyacı olan her türlü malumatı ve detayı da vermiştir. Bu bağlamda nerden geldiği, niye burada var olduğu ve bu kısa yaşam süreci sonucunda nereye gideceğini, ihtiyaç duyulabilecek bütün detaylarıyla bildirmiştir. Bununla birlikte bu hayatta nasıl mutlu olabileceğinin reçetesini de eline vermiştir.

İşte insan, dünya işlerinin yürütülmesi için kendisine verilen zekâ ile yetinmeyip, akıl kabiliyetini de kullanarak ilahi gerçekliğe uygun hareket ettiğinde, akıl yoksunu tiplemenin; hayvan gibi kendisine akletme kabiliyeti ve özgür irade verilmeden, tamamen robotik bir yapıda var edilerek, direk Allah tarafından hazır bir şekilde verilmesini istediği huzur, mutluluk ve refah düzeyine ulaşabilir. Bunu yapabilmek için ihtiyaç duyduğu her tür malumat verildiği gibi, bu doğrultuda gereksinim duyduğu her tür üstün kabiliyetle de donatılmıştır. Aksi durumda ise, gördüğümüz manzara ortaya çıkmaktadır.

Yani imtihan amacıyla var edildiğin evrenin bu ufak parçası üzerinde cins/tür olarak kendi saadet ve refahını tesis etme görevi, ihtiyaç duyabileceğin her türlü kabiliyet, bilgi ve detayla birlikte sana verilmiştir ve sen bunu tesis etmekte nasıl özgür isen, bugün gördüğümüz gibi aksini yapmakta da özgür bırakılmışsın. Sen insan olarak, diğer hayvanlar gibi akılsız, mantıksız, düşünemeyen, kabiliyetsiz, hiçbir iradesi ve seçeneği olmayan bir varlık şeklinde değil, bütün bunların aksi olan üstün özelliklerle donatılmış ve kendi yolunu kendi seçecek surette yaratılmışsın. Nitekim Yunus Suresi 99. Ayet gibi birçok ayette belirtildiği üzere, Allah Teâlâ insanlara irade vermeksizin, mecbur edilmiş olarak iman etmelerini dileseydi, iman etmemiş hiç kimse kalmazdı. Fakat başta iman olmak üzere insan, hesaba çekileceği her fiil, fikir ve işlerinde, belli kevni kanunlar içerisinde özgür bırakılmıştır.     

İşte bu ilahi gerçekliğin aksine hareket ettiğin zaman da, şu ilahi hitabın çok veciz anlatımıyla; «…Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir hatta daha sapkındırlar...»[1] konumuna düşersin. Sana verilen bütün bu üstün meziyetlere, sunulan bilgilere rağmen hala hayvan gibi iradesiz kalmayı ve her şeyin hazır verilmesini, seçeneğin olmaksızın hayvanca anlık ilhamlarla güdülmeyi istiyorsan, elbette hayvandan çok daha sapkın ve aşağılık duruma düşmüş olursun.         

İlahi irade, seni imtihana tabi tuttuğu bu dünyadaki her hareketinde özgür bıraktığından, sana müdahalede bulunmuyor. Aksi durumda imtihan olamaz. Tabi yaptığın her şeyden yine beşer türü olarak en başta kendin etkileniyorsun. Benzetme olmaksızın, daha açıklayıcı olması amacıyla şöyle bir örnekle meseleyi daha anlaşılır yapabiliriz. Sözgelimi herhangi bir şikâyetten dolayı doktora gittin ve doktor, teşhisi koyduktan sonra sana; şu yiyeceklerden uzak dur, şu davranışlardan sakın, şu ilaçlarla tedavi ol şeklinde bir reçete verdi. Eğer akıl gereği doktorun sana verdiği reçeteye uyarsan, hastalığın iyileşir veya en azından ilerlemez ve sen de maruz kaldığın yan etkilerinden kurtulmuş olursun. Yok, eğer aklın aksine hareket, seni kendi özgür iradenle baş başa bırakan doktorun hiçbir öneri ve tavsiyesine kulak asmaz ve reçeteyi bir kenara atarsan, hastalığın artan yan etkilerine daha fazla maruz kalacağın gibi, çok daha tehlikeli sonuçlara doğru da gidebilirsin. Bu temsili hikâyede gördüğün üzere senin iyiliğin de, kötülüğün de senin kendi özgür iradene ve davranışına bağlıdır.

Allah Teâlâ bu gerçeği şu ayetlerde çok açık ve net bir biçimde şöyle ifade eder: «Şüphesiz size Rabbiniz’den açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir[2]

«Bu (başınıza gelenler), sizin kendi yaptığınızdandır. Yoksa Allah kullara asla zulmetmez.»[3]       

Kendini zeki sanan bir akıl yoksunu çıkıp; ben niye imtihan oluyorum, hem böyle bir şeyi ben istemedim ki?! Bana rağmen, bana sorulmadan ve benden habersiz niye böyle bir imtihana-sınava tabi tutuluyorum?! diyebilir.

Öncellikle senden habersiz ve senin kabulün olmaksızın imtihana tabi tutulmuş değilsin. Aksine, her ne kadar dünyadaki şekliyle birebir hatırlamasan da, sana yüklenen sorumluluk, önce sana sorulmuş ve sen de bunu kabul etmişsin. Kıyamet gününde böyle bir şey söylememen için öncelikle senden ikrar alındığı Araf Suresi 172. ayetinde açıkça belirtilmiştir. Hatta Ahzab Suresi 72. ayetinde bu teklifin farklı varlıklara da yapıldığı ancak onların bunu yüklenmekten merhamet dilendiği ve insan olarak senin yüklendiğin ifade ediliyor. Onun için senin fıtratında her zaman kulluk (boyun eğiş) eğilimi vardır. Sen, seni yaratanı inkâr ettiğinde bile, tabiat veya farklı isimler altında ilahlar üretmekten kendini alıkoyamıyorsun. Senin, yaşadığımız şekliyle dünyada var olmadan önce kabullendiğin bu yükümlülük, bilinen anlamda hatırlama olarak değil de, kulluk eğilimi şeklinde fıtratına kodlanmıştır. Dolayısıyla hiçbir zaman bunu aşamıyorsun. İşte yaratan, fıtratına kodladığı bu eğilimi de doğru bir şekilde yönlendirebilmen için sana ihtiyaç duyduğun her türlü bilgiyi sağlamıştır.

Diğer taraftan mahlûk olmamız hasebiyle, niye imtihana tabi tutuluyoruz sorusunun cevabını bilmiyoruz. Yaratan hiçbir şeye mecbur olmadığından, ihtiyaç duyduğumuz birçok bilgiyi verdiği halde, bize bu sorunun cevabını; mülkünde dilediğini yapar ve yaptığından sorulmaz şeklinde verir. Mahlûk kul olarak bizim ne böyle bir soru sorma yetkimiz var, ne de bizi yaratan ilahi iradenin dışına çıkma olanağımız bulunmuyor. Bunu ister kabul edersin, ister etmezsin. Her halükarda -olumlu veya olumsuz- sonucuna kendin katlanacaksın! Netice olarak iyiliğe karşılık fazlasıyla mükâfat, kötülüğe karşılık da misliyle ceza bulursun.  Bir saniye sonra başına ne geleceğini bilmiyor olman, kul olarak bu acziyetini kabul ederek teslim oluş mecburiyetini anlaman için fazlasıyla yeterlidir.

Ayrıca Allah; kötülük, zulüm, sefalet gibi insan saadetine gölge düşüren olguları niye yaratmıştır gibi bir soru da hep akıllarda var olagelmiştir. Yüce yaratan her şeyi kendine kul olarak yaratmıştır. Verdiği nimetlere de şükredilmesini istemiştir. Her şey ancak zıddıyla bilindiğinden, nimetlerin de hakkıyla anlaşılabilmesi için zıtlarının tadılması gerekir. Yani kötülük olmazsa iyiliğin, zulüm olmazsa adaletin, sefalet olmazsa refahın, fakirlik olmazsa zenginliğin, acı olmazsa tatlının… ne olduğu bilinmeyecek, değeri anlaşılmayacak ve dolayısıyla şükrü eda edilmeyecektir.

Öte yandan dünya, mutlak mutluluk ve saadet yurdu değildir. Aksine böylesi bir ebedi yurt için sadece bir imtihan salonundan ibarettir. Buna karşın imtihanı umursamaz veya geçmekte taksirat gösterirsen, şiddetli bir cezayla karşılaşacaksın. Dolayısıyla burada maruz kalınan hiçbir acı, boşuna ve karşılıksız olmayacağı gibi, hiçbir zulüm ve haksızlık da yapanın yanına kar kalmayacaktır. Biz, dünyada gördüğümüz savaş, ölüm, işkence gibi nice acı verici olgulara sadece insani duygularımızla yaklaştığımızdan, söz konusu durumlardan etkilenen kişilerin bu hayattaki geçici ve kısmi acılarının faydasız ve boşuna olmadığını, bunun böyle kalmayacağını çok aklımıza getiremiyoruz.

Diğer taraftan eline geçen güç ve fırsatları, geçici, kısa ve karşılıksız olmayacak dünya menfaat veya hevesi uğruna hemcinsine karşı zulüm, acı ve işkenceye çevirenlerin de aslında kendilerine ne kadar kötülük ettiklerini pek düşünemiyoruz. Zira birisinin neticesinde ebedi saadet, diğerinin sonucunda ise çok elim ve dahası ebedi olabilecek bir azap vardır. İşte işin, yaşam dediğimiz bu süreçteki kısa vadeli yönüne değil de, bundan sonra başlayacak ebedi açısına bakarak değerlendirme yaptığımızda, gerçeği daha iyi anlayabilir ve aslında kimin zararlı olduğunu pekâlâ fark edebiliriz.

Ancak işin bu yönü, imtihana tabi tutulduğumuz şu hayatta karşılaştığımız zulüm ve haksızlıklara karşı durmamamız, seyirci kalmamız gerektiği anlamına da gelmiyor. Aksine iyilik yapıp onu yaygınlaştırmak, bize yüklenen sorumluluk çerçevesinde başlıca görevimizdir. Aynı şekilde kötülük ve haksızlıktan hem kendimiz uzak durmamız, hem de karşı çıkarak engellememiz ve yayılmasının önüne geçmemiz de aynı derecede görev ve sorumluluğumuzdur.

İşte ilahi idare bu iki temel dengeyi korumak için özellikle müminlere hitaben buyurur: «Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış, maruf (iyi-doğru) olanı emreden, münkerden (kötü-fesad) alıkoyan, Allah’a iman eden hayırlı bir ümmetsiniz.»[4] Yani insanlar arasında iyilik yaparak genellemek ve kötülüğü de başta bizzat kendin sakınarak engellemek, öncellikle mümin insanın görevidir. Bunu yaptıklarında en hayırlı-iyi, yapmadıklarında ise en şerli-kötü ümmet olurlar.

Diğer taraftan iyilerle kötülerin akıbetine işaret ederek de şöyle buyurur: «Ayetlerimizi inkâr edenler (emir ve yasaklarımızı yok sayarak hadlerini aşan, zulüm ve zorbalığa kalkışan, imtihanımızı umursamayan, uhrevi hesap ve muhasebemize aldırış etmeden davrananlar) Bize gizli değillerdir. Kıyamet gününde (bu şekilde davranıp) ateşe atılan mı, yoksa (akıllı davranarak sorumluluklarını yerine getirip) güven içinde gelen kimse mi daha iyidir? Artık dilediğinizi yapın, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir.»[5]

Selam akıllılara olsun…

Burhanüddin Aldiyaî


[1] Araf: 179

[2] Enan: 104

[3] Al-i İmran: 182

[4] Al-i İmran: 110

[5] Fussilet: 40

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir