Kur'anda Kadınlar İle ilgili bazı kısımları algılamakta zorlanıyorum…

Okuyan, kendini geliştiren ve felsefe okumaları yaptığını söyleyen bir bayanın; “Ben Allah’ın şahitlik konusunda 2 kadının şahitliği konusunu, miras hukukunu, Nisa Suresi’nde geçen kadına darp konusunu aklıma ve mantığıma sığdıramıyorum, bu çağa uyduramıyorum. Bana mantıki açıklamasını yapar mısın; şeklindeki sorusuna binaen yazdığımız cevaptır.  

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; İslam’ın kendine özgü bir hukuk sistemi, bir ahkâm manzumesi vardır. Her şeyden önce İslam’ın beşeri sistemlerle mukayese edilemeyecek gerçeği hatırdan çıkarılmamalıdır. Zira İslam, sadece dünyevi olarak insanların sosyal ilişkilerini düzenleyen bir sistem değildir. Yani sırf başkalarının bulunduğu bir ortamdaki alakaları düzenlemez. Hiç kimsenin olmadığı bir ortamda bile İslam fıkhının hayatı düzenleyici hükümleri mevcuttur. Çünkü sadece insanın insan ile olan alakasını değil; insanın yaratıcısıyla, kendisiyle, doğayla, diğer canlılarla kısaca hayatta var olan her şey ile olan bütün alakaları düzenler.

Bunun öncesinde İslam; temel hedef ve gaye olarak şu hayattan sonra başlayacak gerçek geleceğin temini için insanın yaratıcısına boyun eğişini, hayatını nimetlerle donatan Rabbine şükranını ifade etmesini ve bu dünya hayatındaki bütün yaşantısını tek ilah merkezli yaşamasını isteyen ilahi bir nizam ve hayat biçimidir. Kaldı ki beşeri sistemlerin bile hukuksal normları ülkeden ülkeye, onun da ötesinde federatif bir sistem içerisinde eyaletten eyalete dahi değişebiliyor ve kimse bunların mantıki tutarlılığını sorgulamaya kalkışmıyor. Çünkü her sistem kendine özgü bir düzen kurmuştur ve başkasının bunu sorgulaması anlamsız olur. Bu açıdan İslam’ın ahkâmı salt beşeri akıl ile açıklanmaya çalışılırsa, birçok hükmü işlevsiz bırakmak gerekecektir. Sözgelimi namaz, inançsal bir duyguyla değil de; kendini inançtan soyutlamış ve kendi iddiasıyla tarafsız, objektif bir akıl perspektifiyle bakılırsa, mantıki olarak açıklanması çok olanaklı olmaz.  

Rabbine, onun elçisine ve mesajına iman etmiş, ona kulluğunun edası kapsamında namaz kılan bir Müslüman (yaratıcısına teslim olmuş inanan) için salt bir akıl ile namazın mantığını açıklamaya çalışmak, abes ile iştigal olur. Zira inançsal sistemde birçok olgu, sırf kulluğun göstergesi olarak bilinir ve mücerret bir akıl ile izahatına kalkışılması, bu amaca ters düşer. Allah Teâlâ, arkasındaki hikmet ne olursa olsun, koyduğu bazı hükümlerle sadece kendisine kulluk ister. Bunların birçoğunun akli izahatı olanaklı olmayabilir ve İslam ıstılah edebiyatında buna ta’abbudi hükümler nedir. İşte bu noktada Kur’an’ın müminlere; «Ey iman edenler, iman edin…»[1] şeklinde seslenmesi, çok manidar ve bir o kadar da dikkat çekicidir.

Bununla birlikte, salt beşer aklının bazı İslami ahkâmın hikmetini anlayamaması, beşer aklının acziyetinden kaynaklıdır. Bu durum sadece inançsal olgular için değil, tecrübeye dayalı bilim için de aynıdır. Sözgelimi günümüze kadar gelebilmiş Mısır piramitleri gibi nice antik yapıyı, birçok yönüyle açıklama şansımız yoktur. Günümüz inşaat teknik ve teknolojisinin bu kadar ilerlemiş olmasına rağmen yapması pek kolay gözükmeyen söz konusu yapılar, bu imkânların olmadığını düşündüğümüz o günün koşullarında nasıl yapıldığını aklımızla idrak edemiyoruz. Bunun gibi saymakla bitiremeyeceğimiz nice olgunun akıl ve aklın ürünü olan bilimle açıklanamıyor olması, bunların akıl ve mantığa uymadığından veya açıklanamıyor olmasından değil; aksine beşer aklı ve ulaşabildiği bilgi seviyesi olan bilimin acizliğinden kaynaklanıyor.     

Dahası çağdaş beşeri sistemler, insanın üstünde bir otorite kabul etmeme iddiasındadır. Yani tabiri caizse insanı kendi kendisinin ilahı olarak kabul eder. Oysa İslam, her şeyden önce insanın ubudiyet amacıyla yaratıldığını belirtip, ona göre davranması gerektiğini ister. Şu halde bir inanan, yaşadığı çağın fikirsel bunalımı etkisinde inancını sorgulamaya kalkışacaksa, öncelikle kendinden mü’min vasfını kaldırmak zorunda kalacaktır. Bununla birlikte bu sorgulamayı kendi heva ve hevesine veya cinsel benliğine göre mantığına uyduramadığı birkaç mevzuyla sınırlı olacak şekilde değil; her detayını kapsayacak surette yapmak durumunda olacaktır.

Diğer bir zaviyeden İslam’ın ahkâmına yönelik bakış açısı, mü’min ile gayri mü’min akıl perspektifinde farklı olur. Buradan hareketle Müslümana yapılacak açıklama ile gayrimüslime yapılacak açıklama birbirinden çok uzak olur. Müslümana İslam ahkâmının açıklanması sorgulayıcı değil; kavrayıcı şekilde yapılır. Gayrimüslime ise; Allah’a inanıp inanmadığı, inanıyorsa hayatına karışması açısından kendince Allah’a verdiği yetki veya mevcut inanç sistemi içerisindeki Allah’ın yeri gibi birçok açı göz önünde bulundurularak olur. Meselâ Allah’a inanmayan birisiyle İslam’ın detaylarını tartışmak abestir. Aynı şekilde İslam haricinde bir inancı olan ile Muhammed ﷺ’in getirdiği şeriatın fürûatını tartışmak anlamsızdır.

Az önce belirttiğimiz üzere İslam’ın kendine özgü bir sistemi ve hayata bakış açısı vardır. Dolayısıyla İslami ahkâm buna göre yorumlanır. Yoksa zaman ve duruma göre işlevsellik ve İslam’ın kendi mantığı değil de; kişisel mantık perspektifiyle yaklaşılırsa, tarihselci veya modernist yaklaşımlar gibi İslam’ı sekülerizm ya da daha genel olarak beşeri ideolojiler ile uyumlu bir duruma getirmek gerekecektir. Nitekim bugün hadis inkarcılarından tarihselci-modernist zihniyete kadar, oryantalist beslemesi ilahiyatçılara kadar birçok kesimden buna yönelik uğraşlar yoğun uğraşlar var. 

Şunu da belirtmek gerekir ki İslam’ın bir kısım ahkâmı sabitelerden oluşur; yani zaman, mekân, durum veya bireysel mantığa göre farklı yorumlara tabi tutularak değişmezler. Kitap ve Sünnette kısmen de olsa detayı verilmiş hemen her hüküm, sabitedir. Buna karşın diğer bir kısım hükümleri de değişken olup, zikri geçen faktörlere binaen tekrardan yorumlanmaya kabildir. Temel kaynakların açıkça belirtmeden, koyduğu genel kaideler ile müçtehidin içtihadına bıraktığı ahkâm, üzerinde icma sağlanmadığı sürece farklı yorumlanmaya elverişlidir. Fıkıh usulü ve yöntembilim açısından bunların, burada açıklanamayacak kadar çok geniş detayları ve buna ehliyeti olan kişiler için gerekli vasıf ve şartları bulunmaktadır.

Öncelikle sorudaki mevzular; çağımızda İslam düşmanlarının kadınlar hakkında İslam ahkâmına dönük birer eleştiri olarak yöneltmeye çalıştığı ve her biri kısmen de olsa Kur’an’ın ayetlerinde detayı verilerek sabite haline getirilmiş hükümlerdir. Ne üzücüdür ki İslam’ı kendi hedefi, gayesi, mantığı, yöntemi, metodolojisi ve bilimleri çerçevesinde anlamak yerine, İslam düşmanları veya daha genel bir ifadeyle bilimsellik adına inancı devre dışı bırakarak konuşup yazan kimi materyalist felsefe akımlarının etkisinde kalarak kadınlık egosuyla şüpheye düşen İslam evladı kadınlar vardır. Oysa bu durum imanın zayıflığına alamettir, mü’min olarak hava ve hevesini Rabbine boyun eğdirerek fikrini, düşüncesini ve yaşamını İslam’a göre düzenleyeceğine; aklını pasivize etmemek, mantığını kullanmak gibi olguların kisvesi altında Kur’an’ın kendi deyimiyle hevasını ilah edinmek olur. Kur’an’ın hevasını ilah edinmekle vasıflandırdığı kişi hakkındaki en çarpıcı detay ise, onun cahil değil; aksine ilim sahibi olduğunu belirtmesidir.[2] Şu halde yine Kur’an’ın kendi deyimiyle Allah’tan bir hidayet ve rehber olmaksızın kendi hevasının peşinden sürüklenmekten daha sapkın kim olabilir?![3] Bu mesajı getiren elçi de; «Sizden biriniz hevasını benim getirdiğime tabi etmedikçe iman etmiş olmaz.»[4] der.

İşin daha ilginç tarafı ise, bu tür çıkışlar; bugün coğrafik bir isimlendirmeden çok bir medeniyetin adı olan Batı’nın fikriyatı etkisinde kalınarak yapılmasıdır. Hâlbuki Batı’da sadece kadın değil, insanın insan olarak değer kazanmasının tarihi 150 sene öncesine dayanıyor. Kadın ise bu evreden daha sonra insan yerine konulmaya başlanmıştır. Bu medeniyetin tiranları, sırf başkası üzerinde tahakküm kurmak ve daha fazla kapital elde etmek amacıyla sadece 1. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 17 milyon ve 2. Dünya Savaşı’nda ise 65 milyondan fazla insan öldürdü. Daha yetmiş sene önce bunu yaptı. Dahası Batı kafası, dünyayı kana bulayanlara barış ödülleri veren bir zihniyettir. Bugün kendi topraklarında, kapitale dayalı bir sistem içerisinde insanları robotlaştırarak nisbeten bir istikrar sağlamış, ancak SSCB’nin 1991’de dağılmasıyla kendine yeni düşman olarak belirlediği İslam topraklarını kan ve acı bataklığına çevirmiştir. Bir taraftan tahakküm kurup sömürmekte, başka bir taraftan birbirine düşürdüğü gruplar üzerinden pek kârlı silah ticareti yapmakta, diğer taraftan da yeni silahlarını demek için bir atış sahası olarak kullanmaktadır. 

 Politik felsefe olarak Realizmin esaslarına dayanan bu medeniyetin mantığında sosyal gerçekliğin çatışma üzerine oturduğu kabul edilir. Batının sanayi devrimiyle güç elde ettiği tarihi geçmişine bakıldığında, politik ekonominin çıkar ve çatışma mantığı üzerine kurulu Merkantilist yaklaşımı benimsediği açıkça görülür. Nitekim sömürgecilik sürecinin düşünsel zeminini hazırlayan da bu çatışmacı yaklaşımdır. Zira bu yaklaşıma göre güçlü olabilmenin yolu, hazineyi olabildiğince değerli maden (altın –  döviz) ile doldurmaktan geçer. Bunun için de güçlü ordular kurup sömürgeler elde etmek gerekir. Bu durumun başka halkların aleyhine gerçekleşeceği aşikârdır ancak, kendi ulusunun güçlenerek ilerleyebilmesi için bunu normal görmek lazım. Dolayısıyla varlığını sürdürmek, güçlenmek ve gelişerek ilerlemek için kıt kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurmak ve bu yolda mücadele etmek, sosyal gerçekliğin en temel hakikatidir. Merkantilist felsefenin iflas etmesi sonucu bu sefer liberal kapitalizm adı altında serbest ticaret sistemini geliştirdiler. Sonuçta üretimi kendileri kontrol ediyor, geri kalan dünya ise, büyük ölçüde tüketici konumundadır. Bu şekilde insanlığı da vahşi hayatın bir parçası olarak görür. Bu medeniyetin filmleri bile hep bir hayatta kalım mücadelesi ve bu doğrultuda savaş üzerine kurgulanmaktadır. Hayatta kalmanın yolu, rakiplerini alt etmekten geçtiğini öne süren materyalist felsefenin bu insanlık dışı mantığına dayan söz konusu medeniyetin cinayet dosyası da, mantığının doğal bir sonucu olarak çok kabarıktır.

Örneğin istila ettiği Amerika’nın yerlileri olan Kızıl Derililer ile yine istila ettiği Avustralya’nın yerlileri olan Aborijinleri soykırımdan geçirdiği her kesin malumu olmuş birer vakıadır.[5] Müslümanlardan elde ettiği bilim ve tekniği[6] geliştirerek yaşadığı Orta Çağ karanlığını yırtıp sanayi devrimiyle büyük bir güç elde edince, yaptığı ilk icraat, kendi dışındaki dünyayı istila etmek suretiyle sömürmek oldu. İşkâl ettiği birçok yeri iki yüz sene sömürdü ve hala dolaylı sömürüye devam ediyor. Öncelik elde ettiği modern bilimlerle bu medeniyetin ilk yaptığı şey, insanlığı toplu kıyıma götürecek kitle imha silahlar üretmek oldu. Bu medeniyetin hayat felsefesi ile düşünsel fikriyatı antik Yunan’a, hukuki ve idari felsefesi de, antik Yunan’ın mirasçısı ve biraz daha gelişmişi olan Roma’ya dayanmaktadır. Bu iki felsefeyi anlayan, modern Batı Medeniyetini de net bir biçimde anlayacaktır.[7]        

Bugün dünyaya kadın haklarından dem vuran bu medeniyet, 1945’de Almanya’da kendi medeniyetinin yüz binlerce kadınına tecavüz etti. Alman tarihçi Miriam Gebhardt “Askerler Geldiğinde” adıyla Türkçeleştirilen kitabında, ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa’dan oluşan müttefik birlikler Nazileri mağlup edip Almanya’ya girdiklerinde, yüz binlerce kadına tecavüz ettiğini yazar. Gebhardt’a göre tecavüz vakaların sayısı belli değildir ancak yaklaşık bir milyonunu belgelediğini söyler. Bunlardan 190 binini ABD askerleri, 50 binini İngiltere askerleri ve 45 binini de Fransa askerleri tarafından yapıldığı tespitinde bulunur. Her ne kadar Gebhardt uzak bir ihtimal olarak görse de, Sovyet askerlerinin de Doğu Almanya’da yaklaşık bir milyon kadına tecavüz ettiği söylenir. Dolayısıyla kimisine göre tecavüze uğramış Alman kadınların sayısı 2 milyon civarındadır. Tecavüz edilenlerin içerisinde çocuk ve yaşlılar hatta erkeklerin dahi olduğu ve toplu halde yapıldığı da dehşetin diğer bir yüzüdür. İsteklerine cevap vermeyenler ise, rahatlıkla öldürülebiliyordu. Yazara göre her 100 tecavüz olayından bir gayri meşru çocuk doğmuştur ve o dönemde doğmuş yarım milyon Alman hala babalarını arıyor. Tabi bunları araştırıp yazanlar sadece Almanlar değildir. Örneğin ABD’li adli tıp uzmanı Robert Lilly de, ABD askeri mahkemesinin dosyalarına dayanarak aynı şeyleri söyler. Hatta Lilly’ye göre 20 tecavüz vakıasından sadece biri kayıt altına alınmıştır. Dahası ABD askerlerinin silah zoruyla evlere girip evin kadınlarına hatta erkek ve çocuklarına bile tecavüz ederek sokağa çıkarıp topluca infaz ettiklerini, mahkemenin de siyahi askerlere ceza verip beyazları beraat ettiğini itiraf eder.        

İngiltere’de 1900’lerin başına kadar devam eden ‘eş satma geleneği’ vardı. Mutsuz evlilikler böyle sonlandırılıyordu. Adam karısının ellerini iple bağlar veya ipi boynuna geçirip sürükleyerek açık pazara getirir ve açık arttırmayla satardı. Son eş satışının 1913’te olduğu söylenir. Batı Medeniyetinin felsefesi ve mantığı günümüzde de kadın hakları adı altında onurlu ve iffetli kadını evinden sokağa çekmeye çalışırken, bir ekmek için genel evlerinde kadın satar. Seks işçiliği kamuflaj adıyla kendini satmaya mecbur bırakırken, bir de ondan vergi alır. Bir çikletin reklamı için kadın vücudunu kullanır. Daha fazla kapital için kadını boyayıp gerektiğinde tezgâhtar, gerektiğinde satış elemanı, gerektiğinde reklam objesi şeklinde yani nerede nasıl gerekiyorsa öyle istismar eder. Bugün dünyada kadına tecavüz ve şiddetin en çok ve en sık yaşandığı yer yine kadın hakları iddiasındaki ülkelerdir. Öyle ki, polis ve asker gibi güvenlik mesleklerinde bile meslek içi tecavüz ve cinsel istismarların hat safhada olduğu, kendi istatistikleriyle sabittir.

Onuruyla evlenmiş insanları; sosyal, iklimsel, kültürel farklılıklar gibi etkenlerin tamamen göz ardı edildiği bir mantıkla belirlediği reşit yaşının altında olduğu gerekçesiyle hapsederken, daha lise çağındaki kızların bile olabildiğince evlilik dışı ilişki yaşamalarının önünü açıyor, teşvik ediyor hatta bunu özgürlük olarak görüyor. Bu medeniyetin basını on altı yaşındaki şarkıcı kızı otuz üç yaşındaki adam ile görüntülerken, gayet olağan karşılayarak hatta teşvik edici bir tutumla ‘sürpriz aşk’ diye haberleştirir. Buna karşılık eğer aynı koşullarla onurlu bir evlilik yapılırsa, çocuklara cinsel istismar yapılıyor diye dünyayı ayağa kaldırıp oturtmaz. Aynı medeniyetin hukuku ve idaresi böylesi evlilik dışı ilişkiyi özgürlük olarak kabul ederken, onurlu bir şekilde evlenenleri çocuk istismarı suçlamasıyla hapsediyor.[8] Hatta –aşağıda vereceğimiz örnek gibi- okul çağındaki çocukların böylesi ilişkileri için bile bir yaptırımı yoktur. On yedi yaşındaki biri aile kuramayacak kadar çocuk kabul edilirken, bir sene hatta bir ay sonra aile sorumluluğu almaya ehil olmuş oluyor. Akıl ve bilimden dem vuran bu akıllılar hiç sormuyor; bu insan bir sene içerisinde nasıl bir deneyim, donanım ve hayat tecrübesi kazandı da bir sene önceki halinden apayrı bir duruma geldi?!..    

Başta üniversiteli kızlar olmak üzere nice kadının gayrı meşru ilişkileri sonucu kürtaj ile bebek katletmesine veya en insaflısının hastanelerde doğurup bebeği bırakan kadınlara son derece toleranslı iken, inançlı kadının örtüsüne bile tahammülü yoktur. Bugün bu medeniyetin felsefesi ve mantığıyla yaşayan kadınlar, ayağının üstünde durmak bahanesiyle ve çoğu zaman alacağı asgari bir ücret için iş sahibinin her muamelesine, işyerindeki her çeşit sıkıntıya hatta işe gidip gelirken bile yolda karşılaştığı türlü olumsuzluklara razı gelirken, kocasının bir lafına tahammül edemiyor.[9] Ekonomik bağımsızlığı sağlanmaya çalışılan kadınlar, evlenmek istemedikleri gibi, hevesi uğruna evlendiği zaman da, basit gerekçelerle de evliliğe son verebiliyor. Geçen okuduğum bir haberde boşanma oranının arttığı, evlenme oranının ise düştüğünü yazıyordu.[10] Hatta kısa bir süre önce bir kadının talebi üzerine tercüman olarak mahkemeye çağrılan bir tanıdığım, mahkemenin yarım saat içerisinde on bir çiftin boşanmasına karar verdiğini söyledi. Kimi kadınlar ise erkekten nafaka almak için bile boşanabiliyor. Kadın sormuş; mevcut kanunlara göre eski eşimden şu kadar nafaka alıyorum, tekrar evlenip boşansam, yine ikinci bir nafaka alabilir miyim diye. İşte boşatıp aralarında alaka kalmayan kadın için erkeğe büyük bir zulüm ederek nafaka ödeten hukuk, kadını bu duruma getiriyor. Kadını ekonomik olarak bağımsızlaştırmaya çalışan toplumlarda doğurganlık oranları da son derece düşüktür. Zira cüzdanı cebinde keyif ve zevkinin peşinde olan kadın, olağan bir netice olarak ne bir eş ve evin hanımı olma sorumluluğunu almak, ne annelik gibi zor bir işin altına girmek, ne de kendini bir erkeğe bağlamak ister.   

Birey özgürlüğü iddiasıyla insanlığı kendi hava ve hevesinin kulluğuna çağıran Batı Medeniyetinin sonucu olarak insanlar artık birbirine hiçbir şekilde güvenemiyor. Bir insan ile yaşamak yerine bir köpekle yaşamayı tercih ediyor. Başta kadınlar olmak üzere yalnızlaşan insanların yoğun ihtiyacı üzerine laboratuvar köpeklerinin üretim ve eğitimi Batıda çok ciddi bir sektör olmuştur. Bırakın muhtaç duruma düşmüş ebeveyninin gerektiğinde altını temizlemeyi, onlarla birlikte yaşamayı bile istemeyen, huzurevi denilen yerlere terk eden evlatlar; beslediği köpeğini şefkatli bir annenin ufak bebeğine baktığı gibi bakıyor. Evin içindeki türlü kirliliklerinin yanı sıra, dışarıda gezdirirken dışkıladığında, dışkısını poşetleyip cebine bile koyabiliyor. Böyle saymakla bitiremeyeceğimiz olumsuzluk dolu bir mantığın ve hayat felsefesinin perspektifiyle akıl ve mantıktan bahsetmek bile gülünç ve özellikle bir mü’min için utanç verici değil midir?!   

Bugün kadın hakları adı altında Feminist felsefeyi öne süren Batı zihniyeti ve yerel kuyrukları, eşitlik gibi kulağa hoş gelen bir takım sloganik argümanlarla kadınları kandırmaya çalışmaktadır. Çok üzücüdür ki başarılı da olabiliyor ve bizim daha çok gelişmiş kızlarımızı –  kadınlarımızı etkileyebiliyorlar. Bunların istediği eşitlik, daha ziyade iş patronluğu, idari mevkiler gibi keyif sürme alanları olarak sandıkları yerlerde erkekler ile eşitliktir. Oysa bu jargonik söylemin altı gerçekten doldurulursa, belki de insanlık tarihinde kadına yapılmış en büyük zulüm yapılacak ve asla altından kalkamayacağı yüklerle yükümlü tutulacaktır. Zira eğer gerçekten eşitlik olacaksa, o zaman kadının erkek ile aynı oranda inşaat işçisi, demir dövücüsü, uzun yol tır şoförü, ağır yük yükleme işleri gibi her alanda çalışması gerekecektir. Yoksa keyif süreceğin işlerde eşitlik, altından kalkamayacağın işlerde de erkekten kölelik bekleyemezsin. Eşitlikse her şeyde eşitlik olacaktır. İşte bu noktada zorunlu olarak kadının yapısı ve fıtratı mevzusuna geleceksiniz ki İslam da tam olarak bunu ortaya koyar. Dolayısıyla her bir cinse, kendi yapısına göre yükümlülük yükler ve ikisi arasında eşitliği değil; adaleti öngörür. O zaman kadın da erkeğin yanında alması gereken hakları adaletli bir şekilde almış oluyor. Mevzuya buradan baktığınızda, eşitlik ile adalet arasındaki bu feci farkı görmeniz çok daha kolay olur. Yoksa ne anlama geldiğini tam idrak etmeden kulağa hoş gelen sloganlarla kadına hiç yapılmamış kötülüğü yaparsınız.            

Şunu da bilmek gerekir ki İslam, mistik anlayışlar gibi aklı pasivize etmiyor, aksine birçok ayetin sonunda akla, düşünmeye ve idrak etmeye önemle vurgu yapılır. Daha da önemlisi Kur’an, akıl ve basiretini arka plana atan gafilleri hayvanlardan daha alt derecede görür.[11] Özellikle kevni bilimler alanında son derece teşvik etmekte ve bu alanı tamamen insan aklı ile bilimsel çalışmalarına bırakmaktadır.[12] Ancak beşer aklının kapasitesini ve bahusus vahye karşı görevini bilmek de ciddi ehemmiyet arz etmektedir. Her şeyden önce ilahi vahye karşı mü’min aklın görevi sorgulamak değil, anlayıp kavramak olduğu net bir şekilde anlaşılmalıdır. Akıl ve mantıktan bahsederken, özellikle bir mü’min olarak bunun idrakinde olmak, hayati derecede önem arz etmektedir. Yoksa vahiyle bağını koparmış olan materyalist mücerret beşer aklı, hala insanlığın nerden geldiğini sormakta ve antik Yunan’dan günümüze kadar hatta günümüzde ulaşılan çok ileri düzeydeki bilimsel ve teknolojik imkânlara rağmen, bazı hayal ürünü teorilerden başka bulabildiği bir cevabı yoktur. Nereye gideceği mevzusunda da, hayal ürünlerinden başka söyleyecek pek bir sözü yoktur, olamaz da.   

İslam’ın indiği ve insanını düzelttiği cahiliye dönem, bugün İslam’ın hükümlerine çağ dışı veya zamana uygun değildir diyen modern cahiliye dönemiyle hemen hemen aynıydı. Yani bugün içinde yaşadığımız cahiliye dönemiyle İslam’ın düzelttiği cahiliye dönemi arasında fazla bir fark yoktur. Sadece bu dönem daha gelişmiştir diyebiliriz. İlahi mesajların amacı, bozulmuş insanlığı düzeltmektir. Bozularak beşeriyete uydurulması için gönderilmiş ilahi bir mesaj düşünülemez. Şu halde bozulmuş beşeriyetin düzeltici ve ıslah edici İslami ahkâm ile düştüğü tezatın sorumluluğunu İslam’ın hükümlerinde aramak, ancak İslam düşmanının işi olur. Zira Kur’an’ın bize haber verdiği üzere her peygamberin gönderildiği cahiliye devrindeki sapkınlar; her olumsuzluğu, babalarından miras aldıkları kültür ve medeniyetleriyle uyumlu olmayan, aksine ıslah etmeye çalışan ilahi mesajlara yüklerdi. Bununla birlikte, zamanlarına uymuyor anlamında eskilerin hikâyeleri olarak yaftalarlardı.[13]

Eğer günümüz vakıasını da Kur’an’ın perspektifi doğrultusunda analiz edersek, eskilerden sadece daha gelişmişlik açısından farklı olduğunu göreceğiz. Dolayısıyla modern cahiliye devrindekilerin tarihtekilerle aynı minval üzere olması, mü’min için şaşırtıcı değildir. Mü’min ise, duruma tamamen farklı bakar. İlahi mesaja iman etmiş, doğruluğuna şüphe barındırmaksızın inanmış bir benlik, beşeriyetin ilahi mesaja uymak zorunda olduğunu ve bunun onun yararına olacağını iyi bilir. Yoksa İslam’ın bir amacı, hedefi ve gayesi kalmaz zaten. 

Özellikle mü’mine bir bayan şunu çok iyi anlamalıdır ki; insanlık tarihinin en eski dönemlerinden günümüze kadar, heva ve hevesin ürünü olan beşeri sistemlerin hâkim olduğu bütün cahiliye dönemlerinde kadın, dişiliğinden dolayı değer verilmeye layık görülmemiştir. Bazen sadece bir zevk aracı, bazen eğitimli bir hayvan, bazen miras alınan bir mal, bazen kocası öldüğünde yaşamaya hakkı kalmayan bir varlık, bazen kamusal bir cinsel tatmin, bazen doğumuyla yüz kızartıcı ve bu yüzden sağ olarak gömülmeyi hak etmiş bir evlat, bazen cadı vs. olarak görülmüştür. Kadın da her cahiliye döneminde, hakkındaki düşüncenin doğru olmadığını kanıtlamak adına soyunmuş, boyanmış, erkeğin gözüne hitap etmeye çalışmış, kısaca dişiliğiyle erkeği etkilemek için ne gerekiyorsa onu yapmaya kalkışmıştır. Bugün de durum farklı değildir. Günümüzde Feminizm olarak bilenen ve sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, hukuki anlamda kadını ön plana çıkaran dünya görüşü de aslında bundan başka bir şey değildir. Yani kadın toplumda varlık göstermek, değer görmek adına soyunma, boyanma, türlü şekillerde dişiliğini gösterme zorunluluğunu hissetmektedir.

İslam ise kadına diyor ki: Sen dişiliğinle değerlisin. Allah seni belli görevler için belli bir fıtratta yaratmış ve ona göre sana yükümlülük yüklemiştir. Bu anlamda erkek ile aynısın. Yeryüzünün halifesi olarak erkeğin ortağısın, dolayısıyla dişiliğini göstermek suretiyle kendini erkeğe kanıtlamaya ihtiyacın yoktur. Her zaman ve her durumda hayatın bir parçası, erkeğin tamamlayıcısısın.[14] Sen, nev-i cinsine özgü bir değere sahipsin ve senin gibi iman ile Allah’ın boyasına boyanmış erkek, bunun farkındadır. Bu sebeple anne olarak ayrı, eş olarak ayrı, kız kardeş olarak ayrı ve kız evlat olarak ayrı bir yere sahipsin. Her konumunda mü’min erkek için farklı bir değere sahipsin. Allah Teâlâ bunu sana bir hak olarak mü’min erkeğe yüklemiştir. Şu halde kendini kanıtlamak için senin ayrıca bir çaba göstermene gerek yoktur. Özetle bütün cahiliye dönemlerindeki bozulmuş beşeriyetin kadına yaklaşımı, farklı bakış açılarıyla aynı sonuca çıkmış ve kadını fıtratının dışına itmiştir. Buna karşın, bu nevi beşeriyeti düzeltmek için peygamberler vasıtasıyla gönderilmiş ilahi mesaj da, kadını fıtratına dönmeye çağırmıştır.                  

Bu önsöz mahiyetindeki açıklamalardan sonra mü’minin şüphelerini gidermek –ki İslam açısından bu da gereklidir- adına sorulan mevzular ile alakalı özet bir açıklama yapabiliriz. Şunu tekrar belirtelim ki; yapacağımız açıklama, modern cahiliye devrinin etkisinde kalarak oluşmuş şüphelerin giderilmesi, İslam’ın kendi perspektifi doğrultusunda ahkâmını anlama ve kavrama gayesiyle mü’min için olacaktır. Yoksa bugün çokça karşılaştığımız üzere eziklik psikolojisi içerisinde aşağılık kompleksine kapılarak İslam’ın ahkâmını olmadık yorumlara tabi tutacak değiliz ki mü’min için böyle bir şey asla yakışır bir hal değildir. Aksine imanın sarsıntıda olduğunu gösterir. Aksi halde imanı uğruna ateşe giden, türlü cefalara karşı sabreden tarihi mü’min şahsiyetlere karşı bile başımız eğik olur.

Birinci sorunun içeriği olan Bakara 282. ayet ile başlayalım. Bu ayet, Kur’an’ın en uzun ayeti olup borç ayeti olarak bilinir. Söz konusu ayet, vadeli borç verildiğinde bunun yazılmasını ve hakkında şahit tutulmasını istemektedir. Şahitlerden bahsederken de, bunların ya iki erkek veya iki erkek bulunmadığı durumda bir erkek ile iki kadının şahit tutulabileceğini açıklar. Ayrıca şahitlerde adalet vasfının aranmasını istemektedir. Bugün gerek hak ve sorumluluklar açısından kadın ile erkeğin eşit olduğunu açıkça ifade eden Kur’an[15] ve gerekse aynı açıdan kadınları erkeklerle kardeş ilan eden Sünnet’in[16] nice nassı görmezden gelip, bu ayeti amacından ve hedefinden saptıran kimi çevreler, İslam’ın kadına düşük değer verdiğini ileri sürer. Ne yazık ki, İslam’ı kendi hedef ve mantığıyla kavrayamamış kimi kendince Müslüman kadınlar da bunun etkisinde kalabilmiştir.

Detaya girmeden önce bu ayet ile alakalı güncel bir konuya değinmek de yerinde olacaktır sanırım. Son zamanlarda bazı hocaların kırpılmış bir takım sözleri bahane edilerek bu ayetin getirdiği hüküm etrafında hararetli tartışmalar yapılmaktadır. Ancak görünen odur ki, Kur’an ve İslam ile bir hesaplaşma söz konusudur. Politik erkin de melaist güruhun ağzıyla konuşarak zirveden katıldığı bu tartışmaların arka planında, İslami ahkâm ile yeniden ve farklı bir boyutta hesaplaşmanın olduğu görülmektedir. Şöyle ki, cumhuriyet döneminin son derece hoyrat ve düşmanca saldırıları ve İslami ahkâmı hayat sahasından tamamen kaldırılması başta olmak üzere, yaklaşık iki yüz senelik bir içeriden hesaplaşma mevzu bahistir.[17] Beşeri ideoloji, kendi yolunda ciddi bir engel hatta varlığına çok büyük bir tehdit olarak kabul ettiği İslam ile çetin bir mücadele sürdürdü, sürdürüyor. Onun için laik sisteme uygun olarak İslam ahkâmı devlet işlerinden son derece uzak tutulurken, politikacılar hiçbir zaman İslam’ın yakasından düşmezler. Ancak şimdiye kadar yaptığı mücadele daha çok nesli bozmak şeklinde tezahür ediyordu ve önemli ölçüde de başarılı oldu. Bunun sonucu olarak toplumda dini yaşam adına ciddi dejenerasyonlar meydana geldi. Fakat temel İslami kaynaklara ve İslami sabitelere yönelik önemli bir girişim yoktu. Dolayısıyla toplumun kendini tekrar düzeltmesi çok zor olmazdı.

Ancak son birkaç yıldır bu mücadele İslami ahkâmı değiştirmeye, İslami sabiteleri yıkmaya yöneldi. Bunun için de, İslami algı ve anlayışını ‘ılımlı İslam’ veya diğer bir öz ifadeleriyle ‘yumuşak Anadolu İslam’ı’ olarak tabir eden bir takım örgütsel cemaatlerle işbirliği yapıldı. Ne var ki birbirlerine girmeleri sonucu çalışmaları akamete uğradı. Bu sefer, İslami ahkâmı daha çok tarihe mal ederek beşeri ideolojiyle uyumlu seküler bir dini anlayış üretmeye çalışan mealci, tarihselci ve modernist gruplarla iş tutuluyor. Onun için son birkaç yıldır bunların sözcülüğünü ve fikir babalığını yapanların önünde her kapı sonuna kadar açılmaktadır. Öyle ki; programdan programa, tv’den tv’ye koşacak şekilde yoğun bir tempoyla koşuşturma mevcut.

Bu statükocu, seküler ve rasyonalist-reformist zihniyet, İslami ahkâmda Peygamber ﷺ Sünneti’ni (hadisler) kısmen veya tamamen pasivize ettiğinden, elinde sadece Kur’an kalmaktadır. Onu da, kendi dilinde belirttiği amaç ve hedefini ifade etmekten uzak, metodolojik alt yapıya zemin oluşturmaktan ırak olan çeviri ve mealler üzerinden açıklamaya çalışır. Çünkü bunların geneli Kur’an’ı kendi ana dilinde bilmiyor. Dahası bu mealleri de akli yorumlara tabi tutarlar. İş böyle olunca duruma göre, bazı Kur’an teorileri indiği topluma mahsus bırakılır, bazıları tarihe mal edilir, bazılarının da günün koşullarında tekrar yorumlanması gerektiği söylenir. Yani beşeri ideolojiye uydurmak için ne zaman nasıl gerekiyorsa öyle yapılıyor.

Peki, beşeri ideoloji İslam’a karşı olan savaş ve mücadelesini niye engellemek ve insanları İslam’dan uzaklaştırmaktan İslami sabiteleri dejenereye ve tahribata çevirdi? Vakıayı iyi anlayan bunun analizini de iyi yapar. Beşeri ideoloji hiçbir zaman İslam’a güvenmeyecek, dolayısıyla düşmanlığını sürdürecektir. Ancak İslam’ın üstesinden gelmesinin olanaksız ve karşısında aciz olduğunun da farkındadır. Mevcut siyasal iktidar ise, içine dahil olmak istediği Batı’nın önüne koyduğu politikalar doğrultusunda, İslam ile beşeri ideolojiye dayalı rejimi barıştırma çabasındadır. Fakat temel kaynaklarına dayalı, Peygamber ﷺ’in Sünneti ile gösterdiği doğrultuda oluşmuş sabitelerden müteşekkil İslam ile bunun mümkün olmadığını biliyor. Buna karşın içeriden geldiği için, kendince çare yollarını da biliyor.

İnsanları yaşamsal olarak İslam’dan uzaklaştırmak ve dini yaşama alanlarını daraltmak ile hiçbir zaman çare bulunmaz. Zira tersine bir yönelimin olması durumunda, bu bozulmanın kısa sürede telafi edilmesi pekâlâ mümkündür. Dahası yasaklarla insanların dini hassasiyetlerinin daha da bilendiğini iyi biliyorlar. Şu halde bunun yolu, İslam’ı açıkça düşman ve hedef seçmek yerine; onu bazı ritüel ibadetlere ve bir takım ahlaki normlara indirgeyerek sabitelerini yıkmak suretiyle insanların İslam algısını temelden değiştirmekten geçer. Müslümanların algı ve anlayışında İslami ahkâm ve sabiteler erozyona uğradıktan sonra, beşeri ideoloji için bir tehlike kalmayacak ve barışıp yoluna devam edecektir. Böylece hem benimsetilmesini kendine görev edindiği ve devamlı vurguladığı laiklik gelecek kaygısı yaşamadan Batıda olduğu gibi oturmuş olacak, hem de bütün dişleri çekilmiş dini inanç, toplumu daha kolay sevk ve idare etmek için iyi bir araç olacaktır.

Tabi Soğuk Savaş sonrası dönemde Yeşil Kuşak Projesiyle ideolojik olarak İslam’ı düşman seçen Batı; sert güç, kaba kuvvet, savaş ve istila ile bir yere varamayacağını iyi anlamıştır. Şimdiye kadar yerli kuklalar üzerinden denediği engelleme ve sindirme taktiğinin işe yaramadığını gördü. İslam’ın siyasal ve hukuksal uygulama olarak hayat sahasından kaldırılmış olmasının bir çözüm olmadığını fark etti. Bu yüzden müslüman toplumlarda da Batıda olduğu gibi ruhsuz, maddeye yapışmış, aile yapısının tahrip edilmesiyle bireyselleşen, cinsel benliği bitmiş, sadece hayvani arzularını doyurma derdinde olan ve birer üretim aracı haline getirilmiş robotik bir insan tiplemesi isteniyor. Fakat bunu dışarıdan müdahalelerle yapamayacağını da iyi biliyor. Onun için içeriden, özellikle İslam’ı yaşamaya çalışan kesim içerisinden birilerinin eline güç verilmek suretiyle yapılmak isteniyor. İşte bunun bir pilot uygulaması olarak yaşadığımız ülke hükümetinin önüne hem sosyal, hem kültürel, hem ahlaki hem de inançsal olarak iğdiş edilmiş bir toplum türetecek politikalar koyup uygulatıyor. Daha yeni bazı yansımaları ortaya çıkan bu politikalar, çok önceleri tasarlanmış, planlanmış, olgunlaştırılmış ve kanun haline bile getirilmiştir. Artık bundan sonra kiminle ne kadar uygulanabileceğine bakılacaktır. Farklı ülkelerde de benzer projeler yürürlüğe konuluyor elbette. Müslümanlar inançlarına sarılmak yerine oluşturulan şüphelerin peşinde sürüklenirlerse, bundan sonra çok feci akıbetlere hazırlıklı olmalıdırlar!..            

Yukarıda sözünü ettiğimiz tartışmaların hemen bütün basın araçlarında olabildiğince hararetli bir şekilde gündem yapıldığı bu günlerde, pek izlemediğim tv kanallarındaki bazı programlara şahit oldum. Adamlar ciddi bir hesaplaşma içerisindeyken, inancına bağlı Müslüman halkı uyandırmamak için de son derece dikkatli davranıyor ve kelimelerini ona göre seçiyorlar. Örnek olarak bir gazeteci, soru sahibi gelişen bayanın da kenedine problem yaptığı mevzu bahis ayetin son kelimesi hakkında konuşurken; bu, Kur’an’ın bir ayeti ve sabit bir hükmüdür, ancak biz bunu kabul edemeyiz, bunun değiştirilmesi veya kaldırılması gerekir şekilde net konuşmaktan son derece kaçınıyor. Bunun yerine, Diyanet de bunu dayak olarak yorumlamıştır, bu yorumun değiştirilmesi ve güncellenmesi gerekir biçimde üstü örtülü olarak algı operasyonu yapıyor. Yani Müslüman halkı uyandırmak ve kendine düşman etmek yerine, algılarını değiştirmeye çalışıyorlar. Zira direk Kur’an’dan bahsederse, herkesin tepkisini çeker. Ancak bazı kişi ve kurumların yorumu olarak lanse ettiğinde, bunun aslında kesin bir hüküm değil de; bir yorum olduğunu, dolayısıyla şimdiye kadar bunu dayak olarak yorumlayan kişi veya kurumlar, başka şekilde de yorumlayabilir algısını oluşturuyorlar. Böyle bir sinsilik perdesi altında İslami algı ve anlayışında tahribat yapılması için baskı yapıyorlar. Özetle son günlerde bir hoca üzerinden bu ayet etrafında yapılan tartışmalar, lanse edildiği gibi ne hocayla ne de sadece bu ayet ile alakalıdır. Aksine mevzu tamamen başkadır.                               

Konumuza dönersek, öncelikle İslam’ı birazcık anlamış olan herkes, İslam’da kadının özel bir yere sahip olduğunu iyi bilir. Öyle ki; ebeveyn, kardeş veya eş ve çocuklar gibi çok yakınları haricindeki yabancı erkekler açısından ulaşılamaz yapmıştır.[18] Bu sebeple kadının korunması ve korunaklı konumunun belirtilmesi için başta tesettür olmak üzere, mahremiyet gibi birçok ihtiyati tedbir koymuştur. Bunun ardındaki hikmetleri açıklamak için belki epey kalın bir kitap ancak yeterli olur.

Başta üstün ve ayrıcalıklı yaratılmış insanın onuru, haysiyeti, şerefi ve iffeti olmak üzere, kadını insan olarak bile kabul etmeyen, hiçbir hak tanımayan eski cahiliye dönemlerinden, kadını cinsel bir obje olarak piyasaya süren, dişiliğinden ve kadınlık cazibesinden her şekilde istifade etmek isteyen ve bu doğrultuda en süfli işler için bile kullanan modern cahiliye dönemine kadar, kadını envai çeşit istismardan korumak ve asla bu şekilde kullanılamayacak kadar üstün olduğunu göstermek, bireyden başlayarak aile ve toplumun nezih kalmasını sağlamaya kadar nice hikmet sayılabilir.

Bugün çarşıda, sokakta, parkta, pazarda, toplu taşımada; onur, şeref, izzet ve iffet sahibi olan her insan için son derece rahatsız edici olan uygunsuz kadın erkek davranışları, kimseyi umursamadan insanların içerisinde öpüşüp sarışma manzaraları, dahası genellikle eş bile olmayan kişilerce yapılan böylesi gayri ahlaki davranışlar, kadının korunaksızlığı ve ona kolay ulaşabilmenin sonucu değil midir?! İşte İslam, koyduğu hükümlerle kadının bu kadar basit bir cinsel malzeme, erkeğin de bu kadar düşük ve cinsellik düşkünü olmadığını, olmaması gerektiğini göstermek ister.

Söz konusu ayet de, bu kadar korunaklı olmasını istediği, iffet, onur ve haysiyetini bu denli üstün kabul ettiği kadının erkekler içerisinde kalabilecek durumlardan uzak tutmak istemiştir. Çünkü şahitlik, duruma göre defaatle ve uzun süre mahkeme salonlarında beklemek, erkekler içerisinde kalmak, aleyhinde şahitlik edeceği kişi veya kişiler tarafından yakışıksız davranışlara maruz kalmak gibi İslam perspektifinde kadın açısından olumsuz sayılacak birçok duruma sebebiyet verebilir. Böylesi koşullar ne mü’mine bir kadının kendine uygun göreceği ne de ailesinin rıza göstereceği şeyler değildir. İşte buradan hareketle İslam, mümkün mertebe kadını böylesi durumlardan uzak tutmak istemiştir.

Ancak erkeğin bulunmadığı koşullarda, hakların kaybolmaması için kadınların şahitliğine başvurma zorunluğu doğabilir. Bu koşullarda da, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz kadın için olumsuz durumların hafifletilmesi ve en aza indirgenmesi adına bir kadının tek başına değil; birbirilerine destek olmaları, ünsiyet kurmaları ve yalnız kalmamaları için en az iki kadının sürece dâhil edilmesi istenmiştir. Bununla birlikte unutkanlık gibi durumlarda da birbirilerini takviye etmeleri amaçlanmıştır. Buradan hareketle İslam uleması, böylesi mali işlerden çok daha ağır sorumluluk gerektiren, içinden çıkılması son derece zor olan ve yapı olarak nahif, çekingen hatta ürkek olan kadın için çok daha çetin sayılacak cinayet süreçlerinde kadının tamamen uzak tutulmasının en uygun olacağını düşünerek bu olaylarda şahit tutulmamasına dönük içtihatlarda bulunmuşlar. Her ilim, insaf ve izan sahibi kişi, bu içtihadın ne kadar isabetli olduğu konusunda tereddüt etmez.

Özetle İslam düşmanlarının dalgalandırdığı ve İslam’ın amaç ve hedefini kavramamış kimi gelişmekte olan Müslüman kadınların da etkisinde kaldığı şüpheler; hedeften saptırmak, İslam’ın çehresini kirletmek ve kadın için hiç hayır olmayan durumlara yol açmaktan başka bir şey değildir. İleri sürüldüğü gibi İslam, kadını küçük veya erkekten alt gördüğü için böylesi hükümler koymamıştır. Aksine zorunlu olmadığı sürece, kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda kadını, ona uygun olmayacak durum ve koşullardan uzak tutmak istemiştir.

O günün kadınları eğitimsiz ve kültürel veya akli seviye olarak geri bir durumda idiler. Bugün durum değişti, kadınlar da artık erkekler kadar eğitimli ve kültürlüdür; dolayısıyla o zamanın kadınlarıyla aynı koşullarda olmadıklarından, aynı hükümlere de tabi tutulamazlar gibi safsatan öteye gitmeyen gerekçelerin arkasına da kimse saklanmasın. Bir kere o zamanlar da, bahsedilen bu açılardan kadın ile erkek arasında bir fark yoktu. Eğitim ve kültür açısından, toplumun farklı tabakalarındaki erkek ve kadınlar aynı koşullardaydı.

Bununla birlikte, İslam bu hükümleri mü’mine ve müslime kadınları muhatap alarak koymuştur. İndiği dönemdeki kadınların içerisinde Aişe (ra)’ler, Fatma (ra)’lar, Hafsa (ra)’lar da vardı. Kimse kusura bakmasın; bugün kendini gelişmiş veya geliştiren Müslüman kadın olarak tanımlayan sizlerin içinde ne ilim ve bilgi, ne anlayış ve kavrayış, ne de akıl ve mantık açısından Aişe (ra)’lerden daha ileride olan bir kadının olmadığını söylersek, gayet yerinde bir söz etmiş oluruz. Aksine bu açılardan onların çok, hem de çok gerisindesiniz. Dolayısıyla İslam’ın birinci derecede veya birinci nesil olarak Aişe (ra) ve Fatma (ra)’ları muhatap alarak koyduğu hükümlerden, hiç kimse hiçbir vakit koşul, eğitim, zaman ve mekân gibi gerekçelerle kendini muaf tutmaya kalkışamaz.

Aksi halde İslam’ın hemen her hükmü için aynı tarihselci mantık söz konusu olur. Mesela kendini geliştiren bir erkek de; hac farizasını yerine getirirken okuma ve yazma dahi bilmeyen Arap bedeviler için uygulanmış olan ihram elbisesi bir peştemaldır; kravat, takım elbise ve gömleğin medeniyet ve kültürün simgesi kabul edildiği bir çağda, eğitimli ve modern bir erkek olarak bunu kendime uygun görmüyor, mantığıma sığdıramıyor ve çağa uyduramıyorum diyebilir. Aynı şekilde sakal; tıraş malzemesi bile bulamayan bedevi Araplar için olağandı, sinekkaydı tıraş olmanın hijyen ve yakışıklılık kabul edildiği bu zamanın kendini geliştiren bir erkek olarak bana uygun düşmez derse, soruyu soran bayan ile aynı şeyi söylemiş olur. Bu böyle bütün hükümlere yönelir ve sonuçta İslam diye bir şey ortada kalmaz. İslam’ı kabul etmeyen veya lakayt yaşayan için öyledir zaten. Ancak mü’min ve Müslüman için İslam, her zaman ve her koşulda yaşamı düzenleyen bütüncül ve kapsayıcı bir hayat sistemidir. Sabit hükümleri her zaman ve her yer için geçerlidir. Aksini düşündüğü anda zaten mü’min ve Müslüman vasfını kaybetmiş olur maazallah.  

Sanırım bu mevzuyu daha fazla detaylandırmaya gerek kalmadı. Zira bu çok kısa ve sadece bir yönüyle yaptığımız açıklamayla bile mü’min bir benlikle İslam’ın amaç ve hedefini anlayan, konuyu da iyi anlamıştır. Sonuç olarak Kur’an’ı kendine uydurmak yerine; aklını, fikrini, mantığını ve yaşamını İslam’a göre düzenlemesinin, imanın gereği olduğunu iyi idrak etmiştir. Burada zaman, mekân ve koşulların bir anlam taşımadığını iyi kavramıştır. Anlamak istemeyen veya İslam’ı kavramak yerine sorgulamak isteyene ise, bir açıklama yapmak gereksiz ve abes olur. Son olarak İslam Fıkhında kadın şahitliği hakkında detaylı bilgi isteyen, Dr. Gayda Muhammed’in doktora tezi olarak hazırladığı İslam Fıkhında ve Beşeri Kanunlarda Kadının Şahitliği[19] adlı eseri okumasını tavsiye ederim. Bu kitabı özellikle tavsiye etmemin sebebi, doktorluk gibi çağın eğitim sisteminde yüksek bir unvan almış bir kadın tarafından hazırlanmış olmasıdır. Kendini geliştiren, akıl ve mantıklarını kullanan bayanlar için hususi örnektir.  

Sorudaki ikinci şüphe ise, miras hukuku olduğu belirtilmiştir. Tam açık olmamakla birlikte sanırım, Nisa 11 ve 176. ayetlerde açıklandığı üzere, kardeşler arasındaki paylaşımda erkeğe iki, kadına bir pay verilmesi kastedilmektedir. Miras hukukunda da, İslam’ın kendine özgü sistemi içerisinde uygun paylaşım koşulları sağlanarak bir tereke taksimatı söz konusudur. İslam, beşeri düzenler gibi kadını bir ekmek için çalışmak zorunda bırakmaz. Kadının nafakası, konum ve medeni durumuna göre babası, erkek kardeşleri, eşi ve çocukları tarafından sağlanır. Miras dağıtımı mevzu bahis olduğunda ise, bu koşullar göz önünde bulundurularak bir denge sağlanıp ona göre yapılır. Beşeri sistemler gibi düz bir mantıkla herkese aynı pay verilmez. Zira İslam, çoğu zaman zulme yol açabilecek eşitliği değil; adaleti öngörür. Bu bağlamda adalet, hak edene hakkını vermek iken, eşitlik tam tersi olabiliyor.  

İslam hukukunda bir miras söz konusu olduğu zaman, her koşulda pay alacak kadınlar üçtür: Anne, eş ve kız. Çocuk varsa annenin payı altıda bir, çocuk yoksa üçte birdir. Eşin payı, çocuk yoksa dörtte bir, çocuk varsa sekizde birdir. Kızın payı ise, bir olursa mirasın yarısı, birden fazla olduklarında da üçte ikidir. Ancak erkek kardeşleri varsa, diğer hak sahiplerine payları verildikten sonra erkeğe iki, kıza bir pay olacak şekilde paylaşım yapılır. Bunun birçok hikmet ve sebebi sayılabilir. Ancak başlıca hikmetlerinden iki tanesini bilmemiz bile mevzuyu kavramamız açısından ziyadesiyle yeteli olacaktır sanırım. Bunların; ekonomik adaleti ve sosyal dengeyi sağlamak, kardeşler veya daha genel olarak kadın ile kendisine bakmakla yükümlü olan erkekler arasında gelişebilecek kin ve nefretin önüne geçmek olduğu söylenebilir.

Şöyle ki; yukarıda açıkladığımız üzere kadınlar, masraflarını karşılamak için çalışmak zorunda değiller. Babalarından sonra onlara erkek kardeşleri bakmak zorundadır. Evlendikten sonra da, bütün nafaka ve masrafları eşlerine ait olur. Eşlerinin ölmesi durumunda çocukları, çocuk yoksa yine baba veya kardeşleri bakmak durumundadır. Yani kadının mirastan aldığı malı harcamak zorunda olduğu bir masrafı yoktur. Bu durumda erkek kardeş bütün masraflarını karşıladıktan sonra kız kardeş ile mirastan eşit pay aldığında, aşikârdır ki ekonomik adalet bozulur, sosyal denge sarsılır. Bu da kardeşler arasında olumsuz duyguların ve sonuçta kin ve nefretin oluşmasına sebebiyet verebilir. Aynı şey, bakmakla yükümlü olan erkekler ile anne ve eş için de söz konusu olur. Kadın kocasından mihir aldığı gibi mirasından da pay alıyor. Bununla birlikte sözgelimi kendisine bakmak zorunda olan çocuklarıyla da eşit pay alırsa, mali denge sağlanamaz. Özetle İslam’ın kendine özgü koyduğu hükümler çerçevesinde her şey belli bir denge ve ahenk içerisinde düzenlenmiştir. Böylece miras hukukunda da bir mali denge ve ekonomik adalet sağlanmıştır. Yani kadın ne mirastan mahrum edilmiş, ne de kendisine bakmakla yükümlü olun erkeklerle dengeyi bozacak bir pay verilmiştir.

Tabi bizim iki cümleyle açıklamaya çalıştığımız bu sosyal denge, ekonomik adalet ve kadın onuru, hayatını İslam’ın ahkâmıyla düzenleyen ve ona göre hak, hukuka riayet eden bir toplum içinde gerçekleşir. Annenin huzur evine terk edildiği, bırakın kız kardeşi ve diğer akrabaları, artık belli bir yaşa gelmiş kızın bile çalışmak zorunda bırakıldığı hatta yeni doğmuş bebeğin dahi yetimhanelere teslim edildiği mevcut cahili dönem içerisinde bundan bahsetmek, akıl ve mantığın işi olmaz. Dolayısıyla kadının, git başının çaresine bak diyen erkek kardeşiyle eşit pay istemesi, olağan bir sonuç olur. İslam’ın koyduğu hiçbir hak ve hukuka riayet edilmediği bir yerde miras hukukundan bahsetmek, elbette anlamsız ve abes kalır. Tekrarla söylediğimiz üzere İslam’ın kendine özgü bir sistemi var ve bu sistem içerisinde her şeyi yerli yerine koyar. Eğer ufak da olsa bu sistemde bir bozulma ve dejenerasyon meydana getirilirse, gerisi de bundan etkilenir. Çünkü kendi kendini tanımladığı üzere İslam, bir yapı veya daha modern bir ifadeyle bir mekanizma misali yekparedir.[20] Herhangi bir aksamın bozulması, gerisinin de düzenini bozar. Umarım bu mevzuyu da, İslam’ın amacını ve hedefini kavrayacak şekilde açıklayabilmişizdir.             

Son olarak soruda; erkeğe, kadına vurma yetkisi veren Nisa 34. ayetine işaret edilerek ‘aklıma ve mantığıma sığdıramıyorum, bu çağa uyduramıyorum’ denilmiştir. Oysa bu çağın kadınlarından önemli bir kısmını birazcık sağlıklı bir akıl ve mantıkla analiz edebilmiş olsaydı, aslında bu ayetin tam da bu çağın dermanı olduğunu idrak ederdi. Niye böyle dediğimi bir iki örnek üzerinden açıklamaya çalışmadan önce, İslam’ın bu konudaki hükmünü, kendi perspektifi doğrultusunda ve kendi hedefi çerçevesinde beyan edelim.

Allah Teâlâ, az önce bahsi geçen ayette şöyle buyurur: «Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ve mallarından infak etmeleri dolayısıyla erkekler kadınlar üzerine kaimdirler [idari yetkiye sahiptirler]. Saliha kadınlar, gönülden itaat eder ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri, kocasının bulunmadığı zaman da koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.»

İslam, toplumu meydana getiren bireylerin tabiri uygunsa fabrikası ve temel yetişme yeri olan ailenin son derece muntazam ve disiplinli olmasını ister. Böylece düzgün birey yetişir ve düzenli toplum meydana gelir. Hiçbir insani oluşumun idarecisiz olamadığı, aklı başında her insanın bildiği bir realitedir. İki kişinin çalıştığı bir iş yerinin bile idarecisi olur. İslam’ın çok değer verdiği aile kurumunun idaresi de, burada detaylandırmaya hacet olmayan hikmet ve nedenlerden erkeğe verilmiştir ki bu, ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Ayetin beyan ettiği diğer önemli bir nokta da, bu bağlamda kadından kanit olması yani gönülden itaat etmesi, aile yuvasının sırları, iktisadi kaynakları ve çocuklar gibi aile müessesinin ikinci temeli olarak koruması gereken şeyleri, kocasının gıyabında da mukayyet olması beklenir. Dahası bu, onun saliha olduğunun göstergesi olarak kabul edilir.

Buna karşın bir kadın, aile düzenini bozacak, aile müessesinin onur ve haysiyetini paymal edecek, kendisini, kocasını veya çocuklarını ve sonuçta toplumu olumsuz etkileyecek davranışlarda bulunarak itaatsizlik ettiğinde, öncelikle nasihat yoluyla düzelmesi sağlanır. Eğer nasihatler bekleneni sağlayamazsa, ikinci bir alternatif olarak psikolojik baskı ve bunun bir aracı olarak yatağın ayrılmasıyla tekrar aile kurumunun düzenini muhafaza etmesi hedeflenir. Bu da sonuçsuz kalırsa, son çare ve alternatif olarak dayak ile korkması ve te’dib edilerek düzelmesi amaçlanır. Anlaşılacağı üzere İslam’ın izin verdiği dayak; öyle keyfe, zevke göre veya basit gerekçelerle ya da sırf şiddet olsun diye değildir. Aksine aile kurumunun düzenini tehlikeye atacak düzeyde çok ciddi olumsuz davranışların ortaya çıkması sonucu ve birkaç alternatiften sonra son çare olarak başvurulacak bir te’dib aracıdır. Ayetin sonunda da belirtildiği üzere bunun dışında dayağa yeltenilmez. Nitekim yukarıda geçen ayetin hemen devamındaki ayette; ‘karı koca arasında bir ayrılık, bir niza oluştuğunda, ailelerinden birer hakem tayin edilerek sorunun çözülmesi’ isteniyor ve böylece aile içerisinde kalması sağlanıyor. 

Arıca ayette dayak olgusu mutlak bırakılmışsa da, Sünnet buna kayıt getirmekte ve belli bir ölçü koymaktadır. Buna göre öyle düşmana vurur gibi girişip gelişi güzel bir dayak söz konusu değildir. Zira amaç dövmek değil, haddini aşanı korkuyla te’dib etmektir. Onun için yaralayıcı olmamalı, kırık gibi yaralanmalara elverişli organlara vurulmamalı, te’dib amacı dışına çıkmamalıdır. Gaye şiddet uygulamak değil; sadece korku sağlamak olduğundan, hafif olmalıdır. Zaten zulmün İslam’da haram olduğu, Kur’an’ı bir defa dahi okuyanın malumudur. Bunun yanı sıra sadece Veda Hutbesini okuyan, İslam’ın kadına yaklaşımını iyi bilir. Bununla birlikte İslam uleması, en azından galip zanla dayağın fayda vereceği beklentisi varsa dövülebilir yorumunu yapmıştır. Eğer dayak ile te’dib ihtimali düşük ise veya kadın artık ıslah olma sınırını aşmışsa, dövülmesi doğru olmaz, çünkü bir getirisi olmayacaktır. Böylesi bir sınıra gelindiğinde, erkek için iki yol kalır: Boşayarak kurtulacak veya dünyada bu cefaya katlanarak ahirette ecrini Allah’tan bekleyecektir.

Esasen dayak haricinde aynı şey kadın için de geçerlidir. Bir erkeğin karısına şiddet uygulaması veya yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız üzere kadını te’dibe müstahak bırakan davranışlardan birisini yaparak serkeşlik etmesi durumunda, kadın da aynı şekilde düzelmesini sağlamaya çalışır. Nihayetinde ıslah olmazsa, ya boşanır ya da cefasına katlanarak ecrini Allah’tan bekler. Nisa Sûresinin 128. ayeti de buna dairdir. Kadının erkeği dövmesiyse düşünülemez zaten. Zira ne fiziki güç ne de fıtrat olarak kadına uygun bir davranış değildir. Sonuç olarak İslam’ın getirdiği bu ahkâm, her akıllı, insaflı ve izan sahibi insanın çok açık ve net anlayacağı gibi son derece gerekli, hikmetli ve yerinde hükümlerdir.  

Şimdi niye bunun günümüzün birçok kadını için elzem oluğuna gelelim. Çok uzatmadan bizzat şahit olduğum iki örnek ile gerekçeyi somutlaştırmaya çalışacağım. Örnek vakıaların iyi anlaşılması için, belki çok uygun olmayan bazı detaylarıyla açıkça anlatmaya çalışacağım. Birincisi, daha iki gün önce tanık olduğum bir olaydır.

Sabah namazını kıldıktan sonra evin önünden geçen ana yoldan bir kadın bağırtısı geldi. Baktım, bir kadın mahallenin içerisinde etrafı tekmeleyerek sesi çıktığı kadar bağırıyor: arabamı çekmişler, kimsenin arabası burada durmayacak, o polis hemen buraya gelecek ve ağza alınmayacak küfürler, hakaretler vs. Bununla birlikte, apartman bahçesinin kapısını tekmeliyor ve yolun ortasında durmuş işine giden insanlara da geçit vermiyor. Bir araba geldi bir kadın ile bir erkek inip bunu ikna etmeye çalışırken tartışma çıktı. Kadın buna bir şey söyledi ki korkutmaya dönük bir şey olduğu anlaşılıyordu; bu da bacağını kaldırıp elini tenasül organına vurarak istediğini yap umurumda olmaz gibisinden bir davranışta bulundu. Ben daha fazla izleyemedim ve perdeyi kapattım. Ancak epey bir süre sesler gelmeye devam etti.

Şimdi bütün mahalleyi bu saatte ayağa kaldıran, kendine izlettiren, ağzına gelen envai çeşit küfür, hakaret ve sözü söyleyen, hemen önündeki yabancı erkek ile kendisini gören hem mahalleli hem de yoldan geçenlerin gözünün önünde tenasül organına vuracak kadar kendini aşan özetle olabilecek her rezilliği yapan bu kadın, zamanında te’dib edilmiş olsaydı, durum bu kadar vahim olabilir miydi? Bu kadının ilk haddi aşmalarında te’dib edecek ve ahlak dairesini aşmasına engel olacak bir erkek olsaydı, şimdi hem kendisi, hem ailesi ve hem de içinde yaşadığı toplum için bir yönüyle ciddi zararlı, diğer bir yönüyle de hat safhada yüz kızartıcı olur muydu? Şuan bu kadın nasıl dizginlenecek? Uzun lafın kısası Allah için bu kadın dayaklık değil de nedir?!..            

İkinci örnek ise daha vahimdir. Resmi bir kuruma ait bir araştırma okumuştum; akran şiddetini örneklerle veren yazıda bir örnek son derece ilginç ve şaşırtıcıydı. Rehber öğretmen ve okul yönetimi, okulda bir kızın hem kendi sınıfı, hem de üst sınıfın erkek çocuklarıyla cinsel ilişki kurduğunu tespit eder. Bu sorunu önce kız ile çözmeye çalışır ancak sonuç alınamaz. Bunun üzerine kızın velisi okula çağrılır. Annesi olan velisi okula gelir ve durum anneye açıklanır. Tabi idarenin beklentisi birlikte bir çözüme ulaşmaktır ancak hiç ummadığı bir tepkiyle karşılaşılır. Annenin verdiği cevap; “Kızım özgürdür, istediğini yapar, siz karışamazsınız” olur. Araştırmada değinilmemişti ancak büyük olasılıkla kadın kızıyla birlikte kocasından ayrı yaşıyordu. Bu satırları okuyanın da şaşkınlık içerisinde kalacağı kuşkusuzdur.

Daha ufak yaştaki kızı için bile bunu söyleyebilen hatta gayri meşru ilişki kurmasını özgürlük olarak addedip önünü açan bir kadının kendisi nasıl olur, onu da siz hayal edin artık. Hem kendisini, hem kızını, hem okulu kısaca komple toplumu ahlaki uçuruma sürükleyen bu kadın nasıl dizginlenecektir? Onun te’dib edilerek bu seviyeye gelmesi önlenemez miydi? Onun bir ahlaki tahribat bombasına dönüşmemesi; bir onur, haysiyet ve iffet patlayıcısı haline gelmemesi için zamanında gerekirse te’dib dilerek elbette önlenebilirdi. Ne üzücüdür ki daha farklı örneklere de bizzat şahit oldum.     

 Yukarıda açıklamaya çalıştığım medeniyetin peşinden sürüklenen böylesi kadınlar, sokaklara çıkarılıp kadına özgürlük, hürriyet diye bağırttırılırlar. Hatta namusunun ölüsü olarak bilinen Kürtlerin örtülü kadınlarına bile ‘biz kadınız, kimsenin namusu değiliz’ diye bağırtılarak sokaklarda slogan attırılır. Hevasını ilah edinmiş bu kadınlar; onlar için pekâlâ uygun olan beşeri sistemin sunduğu özgürlüklerle (!) heva, heves, nefsi arzu ve şehvetlerinin istediği her şeyi yapıyorlar zaten, daha kimden ne yapmak için özgürlük isterler? İstanbul’un Aksaray mıntıkasından geçenler bilirler; orada ufak tezgâhlar üzerinde bazı haplar satan bir sürü satıcı var. Onları çok görürdüm ama ne sattıklarını pek merak etmezdim. Bir gün birisinin yanından geçerken sordum; sattığınız bu haplar nedir dedim. Bayan azdırıcıdır abi dedi bana. Şaşırmıştım, sokaklar azmış bayanla dolu dedim, daha neyini azdıracaksınız. Hem gelip senden azdırıcı hap alacak kadar azmış olanların azmaya ihtiyacı mı var dedim. Var demek ki dedi. Evet, doğru söylüyordu. Demek ki nefisleri bununla tatmin olmuyor; daha çok azmak istiyorlar, daha fazlasını arzuluyorlar. En ez onlar kadar bunu isteyen erkekler de hiç az değildir.

Bunlar sadece kendi nefislerinin arzusunu istiyorlar. Meselâ bir gün çıkıp zindanlarda türlü işkencelere maruz kalan hatta defaatle tecavüze uğrayan kadınlar için bağırdıklarını göremezsiniz. Ya da sözgelimi bir ekmek için genel evlerde veya randevu evlerinde hatta bir işletmeymiş gibi ruhsat verilip vergi alınarak bireysel şekilde fuhuş yaptırılan kadınlara özgürlük istediklerini göremezsiniz. Niye? Cevabı çok basit; çünkü bu medeniyetin istediği; iffeti, namusu, hâyâsı ve onuruyla kadına hak ettiğine kavuşarak özgürlük sağlamak değildir. Aksine bu erdemlerden soyutlayarak cinsel köle haline getirmeye çalıştığı kadına, en kolay yoldan ulaşabilme özgürlüğüne erişmektir.

Bu tür kadınlar bazen hoşuna gitmediği veya başka bir erkeği beğendiği ya da çok daha basit gerekçelerden, beşeri sistemin kendilerine sağladığı olanaklardan yararlanıp, kocasını boşayarak çocukları da perişan edebiliyor. Bunların aileye pek bir değer vermemesi sonucu yıkılan yuvaların enkazında çocuklar kalıyor. Sonra teslim edildikleri yurtlardan, çocuk barınma evlerinden kaçan kızların yabancı erkeklerin evlerinden toplandıklarını, çiftliklerde tutulduklarını basından izliyoruz. Böylesi durumların tek müsebbibi kadınlar değildir elbette; nice erkeğin de pek dürüst ve fedakâr olduğu söylenemez. Zaten bu tip erkekler gerçekten erkek olsaydı, kadın da o durumda olmazdı. Ancak mevzumuz kadın olduğu için biz olayın o yönüne dikkat çekelim. Dahası çoğu zaman işin kadında bittiği, toplumu bilen herkesin malumudur.    

Daha nice olumsuzluğun kaynağı olan bu türden kadınlar nasıl dizginlenecektir? Sadece kendilerini ve ailelerini değil; bütün toplumu hatta insanlığı tehdit eder seviyeye çoktan varmışlar. Eğer çoğu erkek gerçekten erkek olsaydı ve ıslah etmek amacıyla duruma göre bunları zamanında te’dib etseydi, mevzu buralara kadar gelecek miydi? Allah için her şeye zarar böylesi kadınların müstahakkı nedir?!..

Burada noktalarken tekrar söyleyelim; yaptığımız bu açıklamalar, Allah’a, insanlık hayrına indirdiği hayat nizamına ve bu hayattaki her şeyden sorguya çekileceği ahiret gününe inanıp kendini ona göre düzenleyen mü’min ve mü’mineler içindir. Yoksa sözgelimi verdiğimiz örneklerdeki kadın ve onların o duruma gelmelerini isteyen erkeklerin nazarında bu açıklamalar büyük hakaret kabul edileceğini biliyoruz. Sözümüzün sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.  


[1] Nisa: 136

[2] Casiye: 23

[3] Kassas: 50

[4] Mucemu’s-Sefer, Es-Selefi: (202)- [1265]; El-Erbeûn, En-Nesevi: (8)- [9]

[5] Amerika Birleşik Devletleri, 27 milyon Kızıl Derilinin öldürülmesi ve topraklarının gasp edilmesi sonucu meydana gelmiştir. Bu ülkenin inşa edilmesinde kullanılmak üzere sömürdüğü Afrika’dan 14 milyon insan köleleştirilerek buraya getirildi ve 2 milyondan fazlası getirildikleri deniz yolunda öldü. Topraklarının genişlemesi için 1,5 milyondan fazla Meksikalı öldürülerek toprakları işkâl edildi. Batı Medeniyetinin tiranları tarafından başlatılan II. Dünya Savaşında sırf ABD’nin çıkarlarının korunması adına üstünlük elde etmek için atom bombası atılan Hiroşima ve Nagazaki’de 360 bin insan öldürüldü. ABD’nin istikrarı adına Vietnam’da 2 milyondan fazla insan öldürülmüştür. Sadece ABD’nin komşularına üstün olması için Tanidada, Nikaragua ve Küba’da 200 binden fazla insan öldürüldü. ABD, enerji kaynaklarının temini adına 2 milyondan fazla Iraklı öldürdü. Silah ticareti için Müslüman topraklarını fitneye boğup herkese silah satarak milyonlarca insanın ölmesine, yerinden olup göçebe duruma düşmesine, kadın, erkek, çocuk, yaşlı nice insanın denizlerde boğulmasına sebep olmaktadır. Daha fazla saymaya gerek var mı acaba ABD’yi, başını çektiği Batı Medeniyetini, havariliğini yaptığı demokrasiyi, iddia ettiği insan haklarını anlatmaya?! Tabi diğer Batılı yoldaşlarının defterleri de bundan daha az kabarık değildir. 

[6] Bu konuda çok sayıda insaflı batılı bilim adamı ve yazarlarının itirafları mevcuttur. Örneğin R.V. Bodley’nin  “Rönesans’ı İslâmiyet’e borçluyuz” ve Charles Seignebos’un  “Batılılar doğulularla temas edince medenileştiler. Bu medenileşmenin vuku şekli tamamen malum değilse de, bizim Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur” gibi sözleri bize çok şey anlatmaktadır. Robert Briffault da The Making of Humanity adlı kitabında  “Avrupa’nın ilerlediği hiçbir alan yoktur ki İslâm medeniyetinin bunda önemli bir önceliği, kritik etkileri ve büyük katkısı olmasın.” der. Aynı kitabın ilerleyen sayfalarında ise,  “Avrupa’yı hayata döndüren Doğa Bilimleri değildir. Ancak İslâm medeniyetinin Avrupa’ya gönderdiği ilk ışınlarından itibaren Avrupa hayatında büyük ve çeşitli etkiler olmuştur.” demektedir. Sadece Alman felsefe doktoru oryantalist Sigrid Hunke’nin ‘Avrupa Üzerine Doğan İslâm Güneşi’ (Allah (cc)s Sonne Uber dem Abendland) adlı kitabı bile bize meseleyi anlatmakta fazlasıyla yeterlidir.

Bilim ve tekniğin öncülüğünü yapmış olması, bu medeniyete ve zihniyetine bir üstünlük kazandırmaz. Zira bu, Allah’ın kevni bir sünnetidir ve bir milletin veya topluluğun ya da inancın tekeline bırakılmamıştır. Aksine Allah Teâlâ dilediği zaman dilediğini buna ehil kılmış ve olumsuz anlamda kullanılmadıkça da almamıştır.  Aynı şekilde bilim ve tekniğin öncülüğünü yapmış olması, bu medeniyete yüksek bir paye de kazandırmamıştır. Zira insanlığın hayrına kullanmak yerine, sırf tahakküm kurmak için insanlığı katletme, maddi yarar sağlamak amacıyla sömürme eylemlerinde kullanmıştır. Bunun yanında insan gıdasının DNA’sıyla oynamaktan başlayıp, insanlığa felaket getiren suni depremlere kadar türlü olumsuzluklarda kullanıyor. Bilim ve tekniğin öncülüğünü yaptığı gerekçesiyle bu medeniyetin peşinden sürüklenen mü’min –eğer hala bu vasfı yitirmemişse–; Allah’ın kevni sünnetinin cahili, izzeti Allah’tan başkasında arayan ve aşağılık kompleksinde yaşayan bir benlikten başka bir şey değildir.    

[7] Bu mevzuda detaylı bilgi isteyen, Hasan en-Nedvi’nin, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti adıyla Türkçeleştirilen değerli kitabını okusun.

[8] Nitekim Mart 2017’de Zonguldak’da bir kız babasını ilaçla uyutarak eve erkek alıp birlikte olur. Üçüncü vakıanın sabahı baba kızını yatakta bir erkek ile yakalayınca tokat atar. Ayrıca birlikte olduğu kişilerden de şikâyetçi olmak üzere kızını alıp karakola giderek hak aramak ister. Fakat kız kendi isteği doğrultusunda bu kişilerle birliktelik yaşadığını ve kendisine tokat atması sebebiyle babasından da şikâyetçi olduğunu söyler. Bunun üzerine Sulh Ceza Mahkemesi’nde 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle babaya dava açılır. Mahkeme önce 180 gün karşılığı 3 bin 600 lira para cezası verir. Daha sonra kızının davranışları nedeniyle haksız tahrik altında eylemi gerçekleştirdiği gerekçesiyle 37 gün karşılığı 740 liraya düşürür. Bu manzara karşısında artık ne söylenebilir?!..

[9] Anlatmaya çalıştığım medeniyetin mantığını, fiilen mensubu olan ve ne olduğunu yaşayarak anlatan bir kadının, daha önce çevirdiğim bir makalesiyle pekiştirmek yerinde olacaktır.

Aşağıda okuyacağınız bu makale, adı geçen ABD’li kadın gazeteci tarafından 2006 Lübnan Savaşı sırasında ekranlarda görüp hayran kaldığı Müslüman Lübnan kadınlarına ithafen yazılmıştır. Epey uğraşmama rağmen makalenin Türkçesini internette bulamadım. İngilizceye de hâkim olmadığımdan, makaleyi Arapça tercümesi ve kısmen de İngilizcesinden yararlanarak Türkçeye çevirmek suretiyle özellikle Batı hayranı Müslüman kızların ve kadınlarının istifadesine sunmak istedim. Böylece söz konusu medeniyetin ve kültürün bir ferdi olarak kadına verilen değerin ne olduğunu samimiyetle dile getiren bu bayandan hem ibret hem de nasihat alarak Allah’ın kadına bahşettiği iffet, haşmet ve onura daha çok sarılırlar ki, yazar bayanın da makalesinden amacı budur.     

Hıristiyan Bir Bayandan Müslüman Kadınlara Mektup

Joanna Francis Yazar, Gazeteci – ABD

İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve “Siyonizm’in terörizmle savaşı” arasında Müslüman dünyası şimdi her Amerikan evinde merkezi öneme sahip. Ben, Lübnan’da katliam, ölüm ve yıkım görüyorum ama bununla birlikte başka bir şey daha görüyorum. Sizi görüyorum. Hemen her kadının kucağında bir bebek taşıdığını veya etrafında çocukların olduğunu görüyorum. İhtişamlı elbise-tesettürlerine bürünmüş olsalar da, hala giysilerinin içerisinden parlamakta olan güzelliklerine hayran olmaktan kendimi alamıyorum.

Fakat benim fark ettiğim sadece dış güzellik değil, içimde garip bir his de var; gıpta ettiğimi hissediyorum. Lübnan halkının maruz kaldığı bu korkunç deneyim ve savaş suçlarından kendimi kötü hissediyorum. Ama her şeye rağmen sizin güçlü duruşunuza, güzelliğinize, örtüye bürünmenize ve daha da önemlisi mutluluğunuza hayran olmaktan kendimi alamıyorum.   

Evet, garip bir durum ama devamlı bombardıman altında bile bizden daha mutlu olduğunuzu müşahede ediyorum. Çünkü siz, hayatın başlangıcından bu yana kadınların yaşaya geldiği kadınlığın doğal hayatını yaşıyorsunuz. Aynı düşmanın bombardımanına maruz kalana dek 1960’lara kadar Batı’da da aynı yaşam şekli vardı. Ancak bize gerçek mühimmatla değil, hile ve ahlaki yozlaşma ile saldırdı.

Günah Yoluyla

Amerikan yapımı savaş uçakları veya tanklar yerine biz Amerikan kadınlarını Hollywood ile vurdular. Böylece ülkelerinizin alt yapısını bombalarla bitirdikten sonra size de aynı bombardımanı yapmak istiyorlar. Ben size bunu yapmalarını istemiyorum. İşte o zaman siz de bizim gibi kendinizi küçük hissedeceksiniz. Ama eğer sizden önce bunun kötü etkisinden ciddi kayıplara uğramış bizlere kulak verirseniz, bu tür bombardımanları önlemek mümkün. Hollywood bir yalanlar yumağı, gerçekleri çarpıtma yeri, duman ve aynalardan ibaret olduğundan, her şey oradan gelir. Onlar toplumların ahlaki dokusunu yok etmek amacını güttükleri için, zehirli programları üzerinden seksi, doğal ve zararsız bir eğlence olarak göstermeye çalışırlar. Onların bu zehrini içmemenizi rica ediyorum. Bir defa içildiğinde artık panzehri olmaz. Kısmen iyileşebilirsiniz, ama asla eskisi gibi olamazsınız. Yol açtığı zararlardan kurtulmaya çalışmak yerine bu zehri tamamen önlemek daha iyidir. Biz Amerikalı kadınların, fahişe elbiselerine benzeyen giyimimizle mutlu olduğumuz, memnun ve iftihar ettiğimiz, aile sahibi olmamaya ikna olduğumuz hususundaki yalan tasvirlerimizle birlikte vücudunuzu gıdıklayan kaset ve müziklerle sizi kandırmaya çalışacaklardır.    

Sizi temin ederim ki gerçekte kadınların büyük çoğunluğu mutlu değildir. Bizden milyonlarca kadın anti-depresyon ilaçlar kullanmakta, işimizi sevmemekte ve geceleri, bizi sevdiğini söyleyip bencilce istismar ettikten sonra terk eden erkeklere ağlamaktadır. Onlar ailelerinizi yıkmak istiyorlar, daha az çocuk yapmanız için sizi ikna etmeye çalışıyorlar. Bunu da, evliliği bir çeşit kölelik; anneliğin bir lanet;  iffet, haşmet ve pak olmanın geçmişte kalan çürümüş fikirler olduğunu tasvir ederek yaparlar. Sizin için imanı reddedip imansızlığı isterler. Onlar, Havva’yı elmayla kandıran yılan gibiler, sakın ısırmayın! 

Özdeğer

Bana göre sizler çok değerli mücevherler, saf altın veya İncil’in bahsettiği “Çok değerli inciler” (Matta: 45/13) gibisiniz. Bütün kadınlar çok değerli inci gibidir. Ancak bazılarımız kandırıldı ve iffetleri hususunda şüpheye düşürüldü. Mesih der ki: “Mukaddes bir şeyi köpeklere verme, incilerini domuzların önüne serme ki pis ayaklarıyla basmasınlar.” (Matta: 6/7). Bizim incilerimizin bir pahası yok. Ancak bizi, onların ucuz olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Bununla birlikte, bana inanın aynaya bakıp paklık, masumiyet ve benlik saygısını görmenin alternatifi yoktur ki bu, dik dik bakışlarla size cevaptır. Batı kanalizasyonlarından çıkan moda, kadının sahip olduğu en üstün şey ve cinsel cazibesi olduğu fikrini vermek için tasarlanmıştır. Hâlbuki gerçekte güzel etekler, fistanlar ve hicap/tesettür giysileri, her tür Batı elbisesinden çok daha çekicidir, zira gizem, saygı ve güven verir.

Şüphe yok ki kadının cinsel cazibesi aşağılık gözlerden korunmalı ve saklanmalıdır. Çünkü bu cazibe, eş olarak seni seven, saygı gösteren erkeğe kadının hediyesi olmalıdır. Erkekleriniz hala savaşan yiğitler olduğundan, en iyisini hak ederler. Şuan bizim erkeklerimiz iffet istemiyorlar. Onlar çok değerli incileri idrak edemiyorlar. Bunun yerine düşük değerli eşyalar istiyorlar ve sonra arkalarında bırakıp gidiyorlar.

Kadının sahip olduğu en değerli şey, onun iç güzelliği, masumiyeti ve seni sen yapan her şeydir. Buna rağmen bazı Müslüman kadınların sınırı aşarak, tesettürlü olduğu halde olabildiğince (saçlarını vb. açarak) Batı’ya benzemeye çalıştığını gördüm. Niye faziletlerini kaybettiklerine çok pişman veya çok yakında kaybedecek olan kadınları taklit ediyorsunuz? Bu kaybın bir tazminatı, telafisi yok! Sizler, kusursuz elmas taşları gibisiniz. Onun için sizi hilelerle kandırmalarına ve değersiz taşlara dönüştürmelerine izin vermeyin. Zira Batı moda dergilerinde ve televizyonlarında görüp istedikleriniz sadece yalandan ibarettir. Bunlar şeytan veya iblisin tuzağı ve yalancı altından başka bir şey değildir.

Kadın Yüreği:

Size basit bir sır vereceğim, eğer evlilikten önce cinsel ilişki merakı sizin için çok büyük bir şey değilse. Biz, büyürken televizyon ekranlarında gördüğümüz gibi bizi sevmeleri ve bizimle evlenme isteklerinin vesilesi olacağını düşünerek sevdiğimiz erkeklere vücutlarımızı teslim ettik. Ne var ki evlilikten kaynaklanan güven ve onun eş olarak her zaman bizimle olacağından emin olmaksızın cinselliğin bir tadı ve eğlencesi yoktur. Berbat bir ironi! Vakit kaybından başka bir şey değildir ve sana sadece olanlar üzerine gözyaşı dökmek kalır.

Diğer bir bayanla konuşan kadın vasfımla bunu anladığını düşünüyorum. Çünkü sadece bir kadın başka bir kadının kalbinde ne olduğunu gerçekten anlayabilir. Gerçekte hepimiz aynıyız. Irkımızın, inancımızın veya uyruğumuzun bir önemi yok. Çünkü kadının kalbi her yerde aynıdır. Biz severiz. Bizim en iyi yaptığımız şey bu. Ailelerimize bakar, sevdiğimiz erkeklerimize rahat ve güç sağlarız. Ancak biz Amerikan kadınları, çalışıp kariyer sahibi olduğumuzda, yalnız yaşayacağımız kendimize ait evlerimiz olduğunda ve istediğimizi sevme özgürlüğü verildiğinde daha çok mutlu olacağımıza inandırılarak kandırıldık. Bu özgürlük değildir, diğerinin sevgi olmadığı gibi. Kadının bedeni ve kalbi sadece güvenli bir evlilik sığınağındaki sevgiyle güveni hissedebilir. Daha azına razı olmayın, buna değmez. Daha sonra bunu iyi görmeyeceksin hatta kendinden de memnun kalmayacaksın. İşte o zaman seni terk edecektir.

Özveri – Benlik Kaybı:

Günah işlemek işe yaramaz zira o, seni her zaman kandıracaktır. Onurumu geri kazanmış olsam da, ilk etapta kirletilmiş şerefin telafisi alternatifi yoktur. Biz batılı kadınlar; Müslüman kadınların baskı altında ezildiğini düşünmemiz için beyin yıkanmasına maruz kaldık. Oysa gerçekte baskı altında ezilenler biziz. Biz, değerimizi düşüren modanın kölesi olduk, kilolarımızı saplantı haline getirdik, büyümek istemeyen erkeklerin sevgisini kazanmak için yalvarıyoruz. Kandırıldığımızı biliyor ve derinliklerimizde hissediyoruz. O yüzden, bazılarımız itiraf edemese de, sizin gizli hayranınızız, sizi çok beğeniyor ve kıskanıyoruz. Lütfen bize, aşağılayarak bakmayın veya her şeyi olduğu gibi sevdiğimizi düşünmeyin. Suç bizim değil. Biz küçüktük, çoğumuzun aileleri dağılmıştı, dolayısıyla bizi yetiştirip koruyacak babalarımız yoktu. Bu entrikanın arkasında kimin olduğunu biliyorsunuz. Kız kardeşlerim! Sakın kanmayın, sizi kandırmalarına izin vermeyin, kadınlar iffetli ve pak kalsınlar. Biz Hıristiyan kadınlar, kadının gerçekten böyle olması gerektiğini görmeliyiz. Yolu kaybettiğimizden dolayı sizin örnekliğinize ihtiyacımız var. İffet ve saflığınıza tutunun ve unutmayın, çıkan diş macununu tüpün içine geri koyamazsınız. Dolayısıyla kadınlar “bu macunu” [iffet] çok dikkatli korumalılar! Bu tavsiyeyi kastettiğim ruhla; dostluk, saygı ve hayranlık ruhuyla kabul etmenizi umuyorum.

Hıristiyan kız kardeşinizden, sevgi ile.

[10] Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2017 yılı evlenme ve boşanma istatistiklerini yayımladı. Buna göre, geçen yıl evlenen çiftlerin sayısı önceki yıla göre yüzde 4,2 azalarak 569 bin 459’a geriledi. Kaba evlenme hızı binde 7.09 olarak gerçekleşti. Söz konusu dönemde, boşanma sayısı bir önceki yıla göre yüzde 1,8 artarak 128 bin 411’e yükseldi. Kaba boşanma hızı binde 1,6 oldu. (02.03.2018)

[11] Araf: 179

[12] Kaf: 6-8

[13] Enam: 25, Enfal: 31, Nahl: 24, Mü’minun: 83, Furkan: 5, Neml: 68, Ahkaf: 17, Kalem, 15, Mütaffifin: 13

[14] Ahzab: 35

[15] Bakara: 228

[16] Tirmizi: (105)- [113], Ebu Davud: (204)- [236]

[17] Birçok şeyin ilk defa cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından yapıldığı zannedilir. Oysa cumhuriyet döneminde yapılanların tarihi arka planları vardır. Örneğin kılık kıyafet değişimi, Sultan II. Mahmut (1785-1839) ile başlayan bir süreçtir. Batıya yönelim ve sekülerizmin temelleri o dönemlerde atılmış ve II. Mahmut’un ölümünden üç ay sonra halefi Sultan Abdülmecid tarafından ilan edilen Tanzimat ile tamamen resmi bir hüvviyet kazanmıştır. II. Mahmut’un; “Yahudileri havrada, Hıristiyanları kilisede ve Müslümanları camide görmek istiyorum.” sözü, bu manada önemlidir. Onun bu çıkışları, Müslüman ahali içerisinde gâvur sultan olarak anılmasına yol açmıştır. Tabi bu değişiklikler kanunları da kapsamış ve özellikle Fransa’dan kanun aktarımı yapılmıştır. Öyle ki, aile ve medeni hukukta bile Batıdan kanunlar alınmıştır. Esasen cumhuriyet dönemi, yaklaşık bir asır önce başlatılmış olan süreci daha radikal bir şekilde tamamlayarak hedefe ulaşmak olmuştur.     

[18] Bu bağlamda; 2005 yılında Beyaz Rusya’da gösterime giren, senaryosunu Yuri Korotkov ve Iskander Galiev’in yazdığı, yönetmenliğini de Fyodor Bondarchuk’un yaptığı ve Türkçeye ‘Dokuzuncu Bölük’ adıyla çevrilen filmde Rus bir subayın Afganistan’a gönderilecek askerlere ders verirken İslam ve özellikle İslami algıda Müslüman’ın kadına bakışını şu sözlerle açıklaması dikkat çekicidir: “İslam Dini diğer dinlere pek benzemez; o, kendine özgü kanunları olan başka bir dünyadır. Yaşam ve ölüm kavramları farklıdır. […] Müslümanların kadınlara bakış açısı da farklıdır. Kadın, bir Müslümanın evindeki en önemli şey yani haramdır. Harem kelimesi de buradan gelmektedir. Bu kelimenin diğer bir anlamı da yasak ya da dokunulmazdır. Müslüman bir kadına yan gözle bakmak haramdır. İçinde cinsel çağrışım olan her şey haramdır. Hepinizin alışık olduğu bir hareket bile olsa, bir Müslümana kaba bir hareket yapmak haramdır. Bu yüzden bir Müslümandan bir kurşun yiyebilirsiniz.” İnsaflı bir gayrimüslimin bile İslam’ı ve İslami algıda kadının yerini bu kadar duru bir şekilde anladığı halde, bizdeki kendini geliştiren kadın mü’minelerin aksini anlamış olması hem acı hem de çok şaşırtıcı olsa gerek!..  

[19]  شهادة المرأة في الفقه الإسلامي والقانون الوضعي، الدكتورة غيداء محمد عبد الوهاب المصري

[20] Bakara: 85

(aldiyai)

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir