Bize Bir Hilfü’l Fudûl Gerek

Hilf sözlükte, anlaşma, akid ve yemin anlamlarına gelir. Bir siyer ıstılahı olarak Hilf: ‘’Cahiliye Arapları arasında kabilelerin veya şahısların:

1-     Yardımlaşama

2-     Dayanışma

3-     Himaye/koruma

4-     Savunma veya

5-     Mazlumun hakkını almak gibi gayelerden birini veya birkaçını gerçekleştirmek için yaptıkları anlaşma ve ittifakları’’ ifade eder. Hilf yapan kişilere halîf (çoğulu ahlâf veya hulefâ) denir.[1]

İslamiyet’ten önce Mekke’de Hilfü’l Fudûl adıyla anılan iki ayrı anlaşma yapıldığı rivayet edilir:

Birincisi: Şehrin ilk sakinleri Cürhüm kabilesinden Fadl (çoğulu Fudûl) adını taşıyan üç şahsın (Fadl b. Fedale, Fadl b. Vedaa, Fudayl b. Haris) kendi aralarında kimsesiz birine zulüm yapıldığında hakkını alıncaya kadar kabileleriyle birlikte ona yardım edeceklerine dair sözleşmeleri sonucu kurulan ittifaktır. Tesirini uzun süre gösteren bu antlaşmaya Hilfü’l Fudûl (Fadıllar’ın yemini) ismi verilmiştir.

İkincisi ise: Hz. Peygamber’in (as) tanık olduğu Hilfü’l Fudûl cemiyetidir. Bu ittifak, Cürhümlü üç şahsın kurduğu cemiyeti çağrıştırdığı için bu isimle anıldığı söylenir.

Başka bir rivayette; cahiliyenin o gafil zamanında hayır sahiplerinden birkaç adam kalkıp aralarında adaletin kabulü ve haksızlıkların izalesi adına bu kâbil kaybolmuş faziletlerin Haram toprağında yenilenmesi üzere anlaştılar.

Söz konusu anlaşmanın müsebbibi olarak Beni Zübeyd kabilesinden bir adamın satmak üzere Mekke’ye getirdiği bir yük metaını Kureyş eşrafından Âs bin Vâil satın almış parasını ödemeye yanaşmamıştı. O da Kureyş kabilelerine ve müttefiklerine ona karşı kendisine yardım etmeleri için başvurmuş fakat kendisiyle hiç kimse ilgilenmemişti. Bunun üzerine bu zavallı adam Kâbe’nin yanında etkili bir beyit okudu. Çünkü şiir dikkatleri çekmek maksadıyla o günün medya görevini görüyordu.

Bunu duyan Zübeyr bin Abdülmuttalib kalkıp: ‘’ Bu böyle terk edilmez.’’ dedi ve Kureyş’ten bazı kabileleri çağırdı. Bunlar; Benî Haşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed’den müteşekkildi. Bunlar toplanıp yaşı ve şerefine binaen Abdullah bin Cüd’an’ın evinde anlaşmaya başladılar.

Birbirlerine söz vererek Mekke’de ister Mekke ahalisinden olsun isterse diğer insanlardan olsun zulme uğramış bir kimse bulunmayacağına, bulunursa onun yanında olacaklarına dair anlaştılar ve şöyle dediler: ‘’ Allah’a and olsun ki biz hepimiz, zulmeden zulmettiği kişiye hakkını geri verinceye kadar, zulmedene karşı zulme uğrayanla birlikte tek bir el gibi olacağız; bu birlikteliğimiz, denizin bir kıl tanesini suya batırmaya güç yetirebileceği zamana kadar, Hira ve Sebir dağları yerlerinde kaldığı sürece ve zulme uğrayanın maddi durumunda tam bir eşitlik sağlanıncaya kadar devam edip gidecektir.’’[2]

Bu yaptıkları yeminin göstergesi olarak da Hacerü’l- Esved’i yıkamışlar ve bu kutsal suyu içmişlerdir.[3] Bilindiği üzere cahiliye arabında kabile taassubu vardı. Kur’an bu kavramı Hamiyyete’l Cahiliye ifadesi ile Fetih Sûresi’nin 26. Ayetinde kullanır. Bu ayete göre cahiliye zihniyetinin kendisine tabi olanlara, doğru-yanlış ayırımı yaptırmadan nasıl taasub kazandırdığının bir göstergesi olması açısından ayetin mesajı oldukça açıktır.

Yine asabiyet kavramına örnek olması açısından onlar şöyle derlerdi: ‘’ Kardeşim ve ben amcaoğluna karşı, amcaoğlu ve biz başka kabileye karşı.’’ Buradan da anlaşıldığı üzere Mekke’nin İslam öncesi karanlık çağının bir mensubu olarak câhiliye zihniyeti taşıdığının, zalimde olsa kendi kabilesine ses çıkarmayıp mazlumun karşısında olmayı kabullenmiş bir inanışın, hakikati bilerek inkar edenlerin cahiliye tassubunu kalplerine yerleştirdiklerini ayet bize beyân ediyor.

Dolayısıyla, böyle bir zihniyetin kabul gördüğü cemiyetin içinden birkaç faziletli kabile bu yaşananlara başkaldırmış ‘’Kim olursa olsun zalime karşı kim olursa olsun mazlumdan yana’’ilkesini benimsemişlerdi.

Yine bu Hilfü’l Fudûl hareketinin iki ilkesi daha vardı ki;

1-     Hira ve Sebir dağları yerinde durduğu müddetçe, denizlerdeki sular çekilinceye kadar

2-     Mazlumun hakkı tam olarak alıncaya kadar

Bunlar demek oluyor ki, bu büyük bir yemindir ve asla dönüşü olmayan dayanışma/savunma harekatıdır.

Sonuç olarak bu yeminleşmenin ardından Zebidli tacirin malı Âs bin Vail’den alınır ve zulme karşı sessiz kalınmamış olunur. Zebidli’nin mesajı tüm Kureş’e de ibret olmuştur. Bu örneğin arkasından Has’am kabilesinden bir Yemenli, kızıyla birlikte Hac için Mekke’ye gelmesi ve Mekke’nin reislerinden biri olan Nübeyh ibn Haccac’ın bu kızı zorla alıkoyması, Ezd kabilesinden bir başka yabancı ticaret mallarını Mekke’nin ileri gelenlerinden Ubey bin Halef’e satması ama bu kişinin istenilen parayı vermemesi, Araş kabilesine mensub bir arabın mallarını Ebu Cehil’in satın alıp ücreti ödemek istememesi de Hilfü’l Fudûl’u harekete geçiren başka olaylar olmuştur. [4]

Bu hareketin içinde o günler Muhammed’ül Emin olan daha sonra Muhammed’ün Rasulullah (sas) olacak olan her daim hakkın yanında ve hakkın ikamesi için çalışan şerefli ve izzetli bir genç de vardı.

Bu anlaşmayı Rasulullah (sas) peygamberlik geldikten sonra şöyle buyurdu: ‘’ Amcalarımla birlikte Abdullah bin Cüd’an’ın evinde bir anlaşmada hazır bulundum ki İslam döneminde de böyle bir davet olsaydı yine icabet ederdim.’’[5]

Bu anlaşma ile parlayan sevinç kıvılcımları Rasulullah’ın (sas) onu ifade eden kelimelerden ortaya çıkmaktadır. Ne kadar güçlü olursa olsun tüm zalimlere karşı olmak ve ne kadar zayıf ve kuvvetsiz bulunursa bulunsun her mazlumun yanında yer almak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan ve Allah’ın çizdiği hudutta kalan İslam ruhunu kavramış müslümanın şiarıdır. Müslümanın görevi her ne durumda olursa olsun, hangi şartta bulunursa bulunsun Hakkın yanında yer alıp kötülüklerle savaşmaktır.[6]

Nitekim Rasulullah’a (sas) vahyin ilk ayetleri nazil olup Hadice’nin limanına sığındığı zaman o dağ yürekli kadın şunları söylemişti: ‘’ Korkma Ey efendim! Allah seni asla zayi edecek değildir. Sen sözün doğrusunu söylersin, sen akrabalık bağlarına riayet edersin, sen yetimlere sahip çıkarsın, sen emanetleri gözetirsin, sen hakkın ikamesi için çalışır hakkın yanında yer alırsın.’’

İşte bu sözler risalet davasının ilkelerini oluşturan bir Ahlak’ı Hamidiye’dir. Her bir cümle Rasulullah’ın ahlakî vasıflarına vurgudur. Özellikle son cümle adalet ahlakına dair söylenmiş özet bir cümledir.

Peki adalet nedir?

Adalet, hak için hakkın namına yaraşır bir şekilde çalışmaktır.

Adalet, her hak sahibine hakkını vermektir.

Adalet, İslam ümmetinin en temel vasfıdır.

Adalet, her zaman herkese eşit davranma değil herkese hakkaniyetle muamele etmektir.

Adalet, tesisi oldukça zor, muhafazası oldukça ağır, bedeli oldukça fazla olan bir sorumluluktur.

Adaletin dini yoktur, adalet kavramının bir din mensubiyeti ile alakası yoktur.

Adalet Allah’ın bir emridir.[7]  Her türlü aşırılıktan uzak itidal çizginin sağlanmasının adıdır.

Bu bilgiler rehberiyetinde  Hilfu’l Fudûl’un günümüze yansımaları nelerdir?

’Kim olursa olsun zalime karşı kim olursa olsun mazlumdan yana’’ ilkesi aslında bir adalet ilkesidir.

Bu gün adalet terazisinin alt-üst olduğu bir dünyada ise adaleti konuşmak oldukça riskli bir durumdur. Ancak bu mesele her Müslümanın öncelikli meselesi olmak zorundadır.

Din dediğimiz bu aziz sistemin iki kanadı vardır. Bu kanatlardan bir tanesi Tevhid, bir tanesi adalettir. Tevhid insanın Allah ile hukukunu tanzim eder. Adalet kişinin başkalarıyla olan hukukunu, kendisiyle olan hukukunu ve çevreyle/eşyayla olan hukukunu tanzim eder.

Şu anda bu iki kanat kırık. Ümmet-i Muhammed’in ne Tevhid kanadı istenilen oranda ne adalet kanadı…

Bizler bu iki kanadı tedavi edebilirsek, yeniden insanlığa adalet ile mesajlar sunabilirsek, adaletle sunduğumuz o mesaj insanlığı tevhide taşıyacak. Ve işte o zaman ‘’ La ilahe illallah’’ dememizin bir anlamı olacak.

Çünkü adaleti tesis etmek her mümin ve müminenin üzerine farzdır. Tıpkı namaz gibi tıpkı diğer ibadetler gibi. Rabb’imizin ‘’ Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız, ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun…’’[8] ilahi ferman  gereği  ‘’…Hırsızlık yapan kızım Fatıma’da olsa ona had uygulardım..’’ Nebevî beyanı uyarısınca bu hayatın her alanında adalet ile davranmak her bir ferdin üzerine ağır bir sorumluluktur. Allah Rasulü’de (sas) bize böyle bir adil düzeni miras bırakıp gitmiştir. Çünkü O, adil bir genç, adil bir eş, adil bir baba, adil bir devlet başkanı, adil bir dava adamı, adil bir akraba, adil bir komşu, adil bir tüccar, adil bir muallim idi.

Şu an bizler de altı asır öncesi cahiliye karanlığından daha karanlık olan modern cahiliye çağında, hak ile batılın, zalim ile mazlumun yaşadığı bir dünya coğrafyasında yaşıyoruz. Karşımızda altı milyar imandan mahrum kalmış bir kitle var. Ve bizim İslam’ın mesajlarını ulaştırabilmemiz için yeniden Hilfu’l Fudûl’lara ihtiyacımız var.

Zalim ülke, zalim devlet diye bir şey yoktur.  Zalim devlet başkanı, zalim yönetici, zalim insan vardır.

Peki bir devletin İslam devleti olup olmadığı nerden anlaşılır?

Bir devletin temelinde; Tevhid, adalet, meşveret varsa, o devlet İslam devletidir. Maalesef günümüzde İslam devleti yoktur. Halkı müslüman olan devlet vardır. Eğer zemininde Tevhid, adalet ve meşveret olursa; hakikat, hakkaniyet ve liyakat olur.[9]

Bakın Rasulullah (sas) ne buruyor: ‘’ Kıyamet günü bana insanların en yakını ve en sevgilisi, adaletle hükmeden yöneticidir. Bana en sevimsizi ve en çok azap çekecek olanı ise, zalim yöneticidir.[10]

Adalette aslolan mensubiyet değil, hakkaniyettir. Eğer hakkaniyet yerini mensubiyete bırakırsa bu asabiyet olur. Adaletin olmadığı yerde de adaletin zıddı olan zulüm olur.

Bize bir Hilfu’l Fudûl gerek…

Bu gün İslam coğrafyaları kan ağlıyorsa, kan emici emperyalist zalimler Müslümanların haklarını, topraklarını, yer altı-yer üstü kaynaklarını, evlerini, dükkanlarını, namuslarını, dillerini gasp ediyorlarsa bu zalimin gücünden değil Müslümanların zafiyetinden ve gafletinden kaynaklıdır.

Ailesinde, iş hayatında, cemiyet içinde, siyasette, ekonomide, bürokraside kısacası hayatın her alanında adaletin hakim kılınmaması müslümanları acziyete düşüren en büyük sebeptir.

Bu gün Filistin işgali, Kudüs davası konuşuluyorsa ve halen gerek ferdî gerek ictimaî anlamda faliyetler yapılmıyorsa, ‘’Ah Gazze’’ diyerek sadece marşlara ve sloganlara hapsetmişsek bizim yeniden dönüp vahdet ve adalet kodlarımızı tekrar yüklememiz gerekir. Elli yıldır Gazze abluka altında, üç inanmış ve adanmış Faziletli Devlet olsaydı ya da dini ne olursa olsun erdemli lider olsaydı tamamen zulüm yok olmazdı ama belki biraz tesiri azalabilirdi. Tıpkı Şibh-i Ebi Talib muhasarasında öne çıkan ambargo antlaşmasını kaldıran beş adam gibi. Henüz iman etmemişlerdi fakat ‘zulme dur’ demişlerdi.

Ayrıca Hilf’in diğer anlamlarından biri de yardımlaşmaydı. Her ne kadar günümüzde yardımlaşma kurumları etkili olsada, dünyada büyük bir yankı uyandıran Mavi Marmara harekatı büyük bir adım olsada Hilfu’l Fudûl sadece mazluma yardımcı olmak değil mazlumun hakkını zalimden almak demekti. Şayet öyle olsaydı Mekkeli birkaç tüccar mağdura yardımcı olur kaybettiğini kat kat kazandırabilirlerdi.

Aslında buradaki husus sadece maddi bir mesele de değildi. Hılfu’l Fudûl harekatının oluşumuna birkaç kabile destek olmasına karşın Benî Mahzum, Benî Ümeyye, Benî Ady kabileleri bu kuruluşa ya karşı çıktılar ya da sessiz kaldılar. Bu gün bizler Ümmet olarak zulme sessiz kalmakla onlarla aynı konumda değil miyiz?

Dolayısıyla zulme uğrayan sadece Filistin değil, Suriye, Mısır, Libya, Cezair, Arakan, Dağu Türkistan gibi bir çok ülke gerek zalim ororiteden gerek işgalci güçlerden kaynaklı bir baskı,saldırı ve boykot altındalar.

Çözüm nerede?

Hakları bölüp parçalamadan, kadın hakları, çocuk hakları, insan hakları, hayvan hakları demeden; dini dili, ırkı, cinsiyeti, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun ve kim olursa olsun, ister iyi olsun ister kötü olsun o mazlumun hakkı gasb edilmişse zulme uğrayan o mazlumdan yana olmak.

Mazlumun yanında olduğumuz gibi zalimin karşısında olmak.

Sözümüzde sadık olup mazlumun hakkı zalimden alınana dek yardımcı olmak.

Ancak sıralamayı iyi tesbit etmemiz, strateji uygulamamız, bizi yarı yolda bırakacak adamlarla yola çıkmamamız, dirayetli ve ahlakı güzel olanlarla bu sorumluluğu üstlenmemiz gerekmektedir.

Ülke içinde zulme uğrayanlara karşı Faziletli Avukatlar, hiçbir ücret ya da beklenti içine girmeden bir araya gelip sonucu ne olursa olsun, mazlumun cinsiyeti, konumu,dini, ırkı ne olursa olsun, zalimin otoritesi, mevkisi ne olursa olsun hak sahibine hakkını verebilme adına bir Hılfü’l Fudûl birliği oluşturmalıdır.

Evinde çocuklarına adil olamayan bir anne-baba, işinde işçilerine adil olamayan bir iş veren, talebelerine adil olamayan bir muallim, halkına adil olamayan bir devlet başkanı nasıl dünyada adaleti tesis etmeyi hayal edebilir ki?

Kadın haklarını öne çıkarıp erkeği madur eden, başarılı öğrenciyi öne çıkarıp tembel öğrenciyi rencide eden, bir çocuğunu fazla sevip diğerini hakir gören nasıl Hılfu’l Fudûl hayalleri kurabilir ki?

Belki de hak ve hürriyetler bölünüp parçalandığı için bu haldeyizdir.

Sonuç olarak Hilfu’l Fudûl adalet üzerine bina edilmelidir.

Adalet olursa; rahmet, kuvvet, ehliyet, liyakat ve hakkaniyet olacaktır.  Hz. Peygamber’in (sas) asırlar öncesinden iç çektiği ‘’ Bu gün çağrılsam yine giderdim.’’ dediği ve bunu o günün değer ve kıymetine binaen bu birliğe katılmanın kızıl tüylü develere sahip olmaktan daha hayırlı olduğunu vurgulaması da oldukça manidardır.

Rabbim bizlere kökünde tevhid, gövdesinde adalet, dallarında meşveret olan bir bilinç/sistem nasib eylesin.

Çağımızın mazlumlarına destek, zalimlerine Hılfu’l Fudûl olmayı nasib eylesin…


[1] N. Özkuyumcu,’’Hilf’’ DİA, İstanbul 1998. XVIII,29

[2] M.Hamidullah, İslam Peygamberi, c.1,s.60

[3] El- Ağanî, XVI,66

[4] M.Hamidullah, İslam Peygamberi, c.1,s.66

[5] İmam Ahmed,İbn Kesir, İbn Hişam.

[6] Muhammed Gazâlî, Fıkhü’s Sîre,s.78.

[7] Maide,8.

[8] Nisa, 135.

[9] Muhammed Emin Yıldırım, Muhteşem Ahlak Dersleri.

[10] Tirmizi, Kitabü’l Ahkam, 4.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir