YAVAŞLA! İÇ SESİN SANA BİR ŞEYLER SÖYLÜYOR
“İçimizdeki ses” ifadesini daha önce hiç duydunuz mu? Bu ifade bünyesinde, iki kelimeden çok daha fazlasını taşıyor. Yaşamımıza yön veren bu güçlü kelime, bizi, duygularımızı, düşüncelerimizi, davranışlarımızı, duruşumuzu yönlendirdiği halde, bizler çoğu zaman bu kelimelerden habersiz bir şekilde yaşamımızı sürdürüyoruz.
Bu anlamlı kelime, içimizdeki derinlerden gelen ve bize bazı davranışları yapıp bazı davranışları yapmamaya iten bir sestir. Hepimizin içinde duyulmayı bekleyen bu ses, kolay kolay kendisini bize duyuramaz. Onu duyabilmemiz için onu bir çocuk gibi sarıp sarmalamalı, şefkat göstermeli ve yargılamadan, eleştirmeden ona söz hakkı tanıyarak sabırla sesini duyurmasına izin vermeliyiz.
Rasulullah aleyhisselam, bizlere kalbimize danışmamızı, kalbimizi dinlememizi, içimizde duyulmayı bekleyen iç sese kulak vermemizi şu nadide sözleri ile tavsiye etmiştir; “İnsanlar sana fetva verseler de sen kalbine sor.” Bu sözleri bizlerin bu konuyu önemsemesi ve özümsemesi gereken bir hakikat olduğunu bir kez daha göstermiştir.
İçimizdeki dinlenmeye değer bu ses maalesef her zaman sağlıklı ortamlarda gelişmeyebilir, sağlıksız ve cılız kalabilir. Bu iç ses sağlıklı olmadan bizlerinde sağlıklı bir düşünce sistemine ve mantıklı fikirlere sahip olmamız da pek mümkün değildir. İç sesin gelişimi durduğunda, aidiyeti bozulduğunda, iç ses hakikatten başka şeyler söylemeye başladığında, insanın bedeni gelişip büyüse de gerçeklik algısı, doğruluk algısı, özgüveni, kendine değer verme algısı, kısacası psikolojik değerler noktası gelişemez, büyüyemez ve eksik kalır.
Sağlıklı ortamlarda gelişemeyen, kendi hakimiyetini kaybetmiş bu iç ses kendi doğrularından, kendi benliğinden uzaklaşmaya başlar. Başka sesler, başka doğrular onun doğrusu ve onun sesi olur. İçinde konuşan bir ses vardır ama sahibi o değildir.
Peki, senin iç sesin kime ait? İç sesin sana, senin doğrularını mı başkalarının doğrularını mı fısıldıyor? Allah Subhanehu ve Teâla’nın, ayetlerinde vurgu yaptığı ve çok kez tekrarladığı bir cümle çok manidardır; “Akletmez misiniz?” Allah Subhanehu ve Teala bizlere bir akıl nimeti, düşünme kabiliyeti ve bir irade vermiştir. Otomatik tavır ve davranışlardan, düşüncelerden, robotlaşmış ve sorgulamadan yaşadığımız hayatlardan sıyrılmamız için bu ayet bir şifadır..
Akledip düşünmek ve sorgulamak bizlere kendimizi bulma yolculuğunda bir adım ilerlememizi sağlayacaktır. Düşünüyor muyuz, soruyor muyuz kendimize;
“İç sesim bana neler söylüyor?”
“Bu söylenen doğru mu?”
“Ben iç sesimin bana söylediği gibi mi inanıyorum, düşünüyorum?”
“Bu iç ses kime ait?”
“Bende oluşan iç sesin sahibi gerçekten doğru mu düşünüyor, delili ne?”
Bizler içimizdeki sese kulak verdiğimizde bazen o sesin bize ait olduğunu zannediyoruz. Fakat farkındalıklarımız ve tespitlerimiz doğrultusunda bu iç sesin başkalarına ait olduğunu görüyoruz. Bazen bu iç sesin sahibi, bizi eleştiren annemiz, bazen bizi yargılayan babamız, bazen bizi utandıran öğretmenimiz, bazen elalem putu ile yaşayan ailemiz, bazen de kendi fikrini ve düşüncesini putlaştırmış hocamız, şeyhimiz ve onları mutlak doğru kabul eden kardeşlerimiz oluyor. Aslında ne kadar acı bir tablo! Başkalarının fikri ve düşüncesi ile bir hayat yaşamaya kendimizi mahkûm ediyoruz. Geçip giden ömrümüzü başkalarının doğru zannettiği doğruları ile yaşayıp bitiriyoruz.
Rabbimizin, İsra suresinde, “Andolsun ki, insanoğlunu onurlu/değerli/izzetli kıldık.” diye nitelendirdiği insan, ne zaman iç sesi ile bağını kopararak kendi değer ve izzetini başkalarının fikirlerinde, düşüncelerinde arayıp, onların seslerini yükseltip kendi iç sesi üzerine hâkim kıldı, işte o zaman ziyana uğrayan yine kendisi oldu. Çünkü asıl değer, kıymet ve izzetin o içimizde var olan sesi duymaktan, dinlemekten ve bağ kurmaktan geçtiği ve insanın kendisini dinlemesinin İslam’ın tefekkür emrine muhatap olunduğu hakikati bizlere unutturuldu.
İç sesimizi susturduğumuz her durum bizlere bir kayıp olarak geri dönmüştür. En büyük kayıpta şüphesiz dini noktalarda yaşadığımız kayıplardır. Akledip masaya yatırmadığımız, düşünmediğimiz konular, yavaşlayıp dinlemediğimiz iç seslerimiz, öğrenip duyduklarımızı kendi iç dünyamıza götürmeyip doğru yanlış ayrımı yapmamamız; bugün bizlerin karşısında, anlatılan konuları fehmetme noktasında büyük bir engel olarak duruyor.
Bugün bizlerin, kabul ettiklerimizi neye göre kabul ettik, reddettiklerimizi neye göre reddettik sorgusu yapmamamız yanlış bir din anlayışını da beraberinde getirdi. İç seslerimizi duymayıp, susturup kapatan bizler etrafımızdaki insanların seslerini, düşüncelerini, fikirlerini iç ses olarak kabul ettik. Bu durum ise, bir hocanın, şeyhin sözlerini mutlak doğru ve kesinlikle yanlışsız kabul etmemize, bir vakfı kusursuz, hatasız görmemize sebep oldu. Bize anlatılanı, gördüğümüzü ve duyduğumuzu kendi süzgecimize, kendi iç sesimize ve kendi doğrumuza götürmememiz, hocamızın sözleri Kuran ve Sünnet ile çelişse dahi reddetmemize mani oldu.
Peki dinlediklerimizi, öğrendiklerimizi götürdüğümüz bu iç ses ne ile inşa edilmelidir? Benim zihin süzgecimden nelerin geçip nelerin kalacağına karar verecek olan nedir? Belki de bugüne kadar başkalarının fikri ve doğrusu ile büyüdüğümüz için bizlerin net bir fikri ve doğrusunun olmayışı bize, iç sesimizi susturma gücünü verdi. Farkında mıyız bilmiyorum, o iç ses bizden ona kulak vermemizi bekliyor. Alın bir bardak çayınızı, sessiz, sakin bir köşeye oturun, sadece siz ve kendiniz olun… Konuşun kendinizle, “Benim doğrum ne, benim doğrularımı ne belirler?” Fıtratını muhafaza etmiş, inancı uğruna yaşayan ve tek derdi davası olan bir insanın vereceği tek cevap şüphesiz “İslam” olacaktır. Biz inanıyoruz ve iman ediyoruz ki, bizim hiç yanlışı olmayan sadece iki kaynağımız var; Allah’ın kitabı ve Rasulullah aleyhisselamın sünneti… Kişileri, hocaları, hocaların anlattıklarını, okuduklarımızı ve her şeyi dayandırdığımız tek ve yegâne kaynak, Kuran ve Sünnettir. Anlıyoruz ki, öğrendiklerimizi götürdüğümüz iç sesin bize fısıldadığı hakikatler İslam hakikatleri olduğu zaman istikamet üzere bir hayatın sahibi oluruz.
Aklınıza şu soru da geliyor mu? “İnsan neden iç sesini başka ellere teslim eder, neden başkalarının düşünceleri ve fikirleri ile yaşar, neden kendini yok sayar, hiç yapar?” Bu sorunun cevabı biraz derinlerde, Çocukluğumuzda… Çocuklukta yaşadığımız travmalar, öğrendiğimiz sağlıksız kalıplar bizleri iç sesimizi başkasına teslim etmeye mahkûm etti. Bu hayatta her ailenin çocuklarına vermesi gereken temel gereksinimler vardır; “Değerli olma duygusu, güven ortamı, kabul görme hissi, koşulsuz sevgi, sorumluluk duygusu, yakınlık ve dayanışma, mücadele etme vs.” bu gibi gereksinimleri karşılanan çocuklar sağlıklı, karşılanmayan çocuklar ise sağlıksız bir iç benlik ve iç ses ile yetişkin olma yolculuğuna çıkarlar. Örneğin değersizlik duygusu yaşayan, koşulsuz sevilebileceğine inanmayan, sevilmek için kendinden, hayatından, düşüncelerinden, fikirlerinden, duygularından hayallerinden vazgeçip ailesinin ya da “elalemin” istediği gibi biri olmayı öğrenmiş bir çocuk artık iç sesini kaybetmiş, ona sağır olmuş ve etrafındaki sesleri iç ses kabul etmiş bir kişiliğe bürünmek zorunda kalmıştır.
Çok acıdır ki böyle çocuklar ve ilerde sadece bedeni büyümüş yetişkinler önce duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, istek ve kararlarını sonra da iç benliği olan iç sesini “elalem” kalıbına teslim etmiştir. Buradan anlıyoruz ki, iç sesi ile güçlü bağlar oluşturmasını bilen, özgüvenli, kendi ile barışık, kendi izzet ve değerinin farkında olan insanların inşası çocuklukta başlamıştır.
Rasulullah aleyhisselam her konuda olduğu gibi çocuk yetiştirmek ve çocuğun iç sesinin inşası, karakter gelişimi konularında da eşsiz bir örnektir. Size on yaşında bir çocuktan bahsedeceğim. İlmin kapısı, Ehl-i beytin imamı olan Hz. Ali (ra)… Efendimiz aleyhisselam pazartesi günü vahye muhatap oldu. Namaz emri ise vahiyden sonra gelen ilk emirdi. O günlerde on yaşında bir çocuk olan Hz Ali (ra), Rasulullah aleyhisselamın namaz kılışına şahit oldu. Efendimize (sav) ne yaptığını sordu. Efendimiz onu karşısına aldı, çocuk demeden, küçümsemeden, adam yerine koydu ve hakikati anlattı. Hz. Ali (ra) düşünmek için süre istedi. Bir süre sonra Rasulullah aleyhisselamın huzuruna gelerek iman etti. Şu tabloya bakar mısınız? Rasulullah aleyhisselam, Hz. Ali’ye karakter inşasındaki ilk aşıyı yaptı; onu karşısında aldı, elli yaşındaki bir adamla konuşur gibi konuştu, onu değer ve kıymet verdiğini, önemsediğini hissettirdi. Hz Ali rahatça fikirlerini söylerken, karar vermek için süre isterken, özgürce düşünmek istediğini belirtirken Rasulullah aleyhisselam onu saygı ile karşıladı. Rasulullah’ın (sav) bu duruşu o gün 10 yaşındaki olan Hz. Ali’ye şu mesajı verdi; “Sen değerlisin, senin fikirlerin önemli, sen kararlarını verebilecek kapasitedesin, fikirlerini ve isteklerini açıkça söyleyebilir, duruş gösterebilirsin. Çünkü sen insan olduğun için kıymetlisin.” Rasulullah aleyhisselamın medresesinde yetişenler evlatlarını bu şekilde yetiştirdiler. Çocuklarının varlığına, insan oluşuna saygı duydular. Onları kendilerine köle değil Allah’a köle yaptılar. Onlardan bu hayatta robot gibi değil, kendileri gibi var olmalarını istediler. Çocuklarının algılama, düşünme, reddetme, duygularını belirtme özgürlüklerini baltalamadılar. Bu evlatlar da özgüveni yüksek, izzetli, iç sesi ile bağı güçlü, kendini hiç ve yok saymayan, şahsiyet sahibi, Aişeler, Esmalar, Abdullah b. Ömerler, Ammarlar oldular. Aileden bu aşıyı alamayanlar ise Allah’ın rahmeti onlara ulaştığı zaman önündeki vesilelerle kendilerini bu hakikatlerle donattılar.
Çocuğunu belli bir kalıba sokmak isteyen, onun ne düşündüğü ile değil ne düşünmesi gerektiği ile ilgilenen ve bu saydığımız gereksinimlerini karşılamayan aileler, kendini algılamayan, duygularının, düşüncelerinin önemli olmadığını öğrenen, kendi özüne güvenmeyen, başkalarının fikirlerini kendi doğrularının üzerinde tutan onay bağımlısı bir yetişkinin temelini atmış olurlar. Bu şekilde yetişen insanlar düşüncelerini sahiplenmeyen, sağlam bir duruş sergilemeyen bir kişiliğin sahibi olurlar. İnancı ve inancının gerektirdiği yaşam tarzı ile bir hayat yaşamak ister ama “elalem” putunu takılır kalır.. İnandığı gerçeği sahiplenmezler.
Ne kadar acı ki iç seslerimizi kaybetmemiz bizlere, silik bir kişilik olarak geri döner!
Peki sen, iç sesini geri almaya, onunla tanışmaya ve onu dinlemeye hazır mısın? İç sesin ile tanışıp onunla anlaşabilmende, geliştirebilmende sana yardım edecek tek kişi “Sensin!” kendine yardım etmeye, sevmeye, şefkat göstermeye hazır mısın?
Acele etmeden, savrulmadan, bilinçli bir yaşamın sahibi olmak için mücadele etmek, iç sesi inşanın ilk adımıdır. Bu süreçte kendimizi olduğu gibi kabul etmeli, kendimize değer vermeli, merkeze olayları ya da başka insanların düşüncelerini değil tek doğrumuz olan ve iç sesimizi inşa etmesi gereken İslam’ı koymalıyız. Nitekim Rasulullah aleyhisselam, “Bu, Allah’ın kullarının kalplerine yerleştirdiği merhamettir ve Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” sözleri ile insanı merhametli bir yüreğin sahibi olmaya teşvik etmiştir. Allah’ın rahmetine mazhar olmamızın yolu bizlerin yüreğinin yufkalığında gizlidir. Bizler bu ahlakı kalbimizde inşa ettikten sonra, bu ahlakı temsil ederken belirli yerlerle sınırlı kalıyoruz; aile, arkadaş, çevre, elalem.. Peki senin kendine olan merhametin nerede? Merhamete ve şefkate muhtaç olan bir kalbe sahipken en çok bizler kendimize merhametsiz davranmadık mı? İşte bu sorunu çözmemiz için, kendimize şefkat gösterebilmemiz için durup kendimizi dinlemeye, duymaya ve sabırla kendimizle konuşmaya ihtiyacımız var. Akletmeye ihtiyacımız var;
“Nasıl bir insan olmak istiyorum?”
“Doğru mücadele ediyor muyum?”
“Sonuca değecek çabalar sarf ediyor muyum?”
“Benim iç sesim kime ait?” “ İç sesimin bana söylediği sözleri gerçek hayatta kim bana söylüyor?”
“Benim iç sesim kime ait olmalı?”
“Benim doğrularım neler? Bu doğruları ne belirlemeli?”
İnsanız, düşebiliriz, üzülebiliriz, özgüvensiz hissedebiliriz, kendimizi muhasebe yetimizi, doğru yanlış algımızı, kişiliğimizi ve benliğimizi kaybetmiş olabiliriz… Kendimizi bastırmamayı, kendimizi dinlemeyi, duygularımızı, hislerimizi yok saymamayı, düşüncelerimizi önemsemeyi, başkalarının fikirlerini bizim düşüncelerimizden üstün görmemeyi öğrenmek zorundayız. İç muhasebe yapmaya, doğru ve yanlışımızı tartmaya, sorgulamaya başladıkça göreceğiz ki hayatımız tekrar bizim ellerimize geri gelecek.. İç sesimize ulaşmaya başladıkça manevi yaşamımızda zenginleşmeye başlayacak. Yaşamı dar ve belirli kalıplar üzerinden görüp yaşamayı bırakıp daha geniş bir bakış açısı ile görüp yaşamaya başlayacağız.
Bizlerin, iç seslerimizi dinlemekten öte duymaya ve onu istikamet üzere, Allah’ın dini ile inşa etmeye ihtiyacımız var. Unutmayalım, biz değişirsek dünyamız değişir, bakış açımız değişir, yapabileceklerimiz değişir.
Allah’ın dini için savaşmak, mücadele etmek, ter dökmek ve istikamet üzere olmak istiyorsak kendimizle bağ kurmayı, kalbimizi dinlemeyi ve o kalbi İslam hakikatleri ile örmeyi ihmal etmemeliyiz. Bu adımlar uzun bir yolculuğun eseri olacak fakat mümin güçlüdür, güçlü olmak zorundadır. Bir tohumu ektikten bir hafta sonra ondan meyve vermesini beklersek hayal kırıklığına uğramamız kaçınılmaz olur.
Rabbimiz Subhanehu ve Teala’nın, “Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım isteyin!” emrini ihmal etmeden, Alemlerin Rabbi olan Allah’tan (cc) razı olacağı bir karakter ve şahsiyetin inşasını sabırla istemeli ve bu konuda gayret etmeliyiz. “Allah’ın dini en yüce olsun” diye gayret ettiğimiz mücadelemizde bize merhale atlatacak her konuda özverili ve gayretli olmak biz Müslümanların görevidir.
Allah Subhanehu ve Teala’dan bizlere bu konuda başarı, gayret ve sebat vermesini temenni ediyorum.
“Benim başarım, ancak Allah’ın izniyledir.” (Hud Suresi, 88)
Velhamdulillahi Rabbil Alemin
Zümra Adevi