Mü’min İçin Ahde Vefa – Sözünü Tutma
İslam, ahde vefaya yani verilen sözü tutmaya veya yapılan sözleşmelere riayet etmeye çok büyük önem verir. Gerek Kur’an’ı Kerim olsun ve gerekse Sünneti Seniyye olsun, farklı yönlerine işaret ederek ahde vefaya defaatle ve tekrarla dikkat çekmiştir. Ayrıca en başta Allah Teâlâ’nın vasfı sonra da peygamberlerin ve ardından muhlis mü’minlerin özelliği olduğunu önemle vurgulamıştır. Buna mukabil ahde vefasızlığın da kâfir, müşrik, münafık ve fasıkların sıfatı olduğunu belirtir.
Örneğin Tevbe Suresi 111. ayette; «Kim Allah’tan daha iyi sözünü tutabilir?» denilerek, Allah Teâlâ katında ve en başta Zat-i Aliye için ahde vefanın ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. Yine örnek olarak Necm Suresi 37. ayette İbrahim (as) ve Meryem Suresi 54. ayette de İsmail (as)’in sözlerine sadık olduğu belirtilerek ahde vefanın peygamberlerin özelliği olduğu açıklanmıştır. Aynı doğrultuda Bakara Suresi 117 ve Mü’minun Suresi 8. ayet gibi birçok nasta ahde vefa, sadık mü’minlerin vasıfları arasında zikredilir.
Sünnet’ten de örnek vermemiz gerekirse, mesela İmam Suyuti’nin ec-Camiu’s Sağir (2258) ve Beyhaki’nin Şuabu’l İman’da (8536)- [9122] aktardıkları bir hadiste Resûlullah ﷺ şöyle der: «Güzel ahit [sözünde iyi durmak], imandandır.» İmam Ahmed (12155)- [11975], İbni Hibban (196)- [194] gibi muhaddislerimizin aktardığı başka bir hadiste Resûlullah ﷺ der ki: «Emaneti olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur.» İbni Ebi Şeybe (21427)- [22332] gibi muhaddislerimizin rivayet ettiği diğer bir hadiste de; «Mü’minler şartlarına bağlıdırlar.» denilmektedir. Yani mü’minler bir takım sözler vermiş veya şartlar belirlemişlerse, İslam’da helal olan bir şeyi haram ya da haram olan bir şeyi helal yapmadığı sürece bunlara bağlı kalmak zorundadırlar.
Sünnette çok daha ilginç örnekler bulmak da mümkün. Mesela Müslim’in sahihinde (1787) geçen bir hadiste Hüzeyfe b. Yeman (ra) niye Bedir Savaşı’na katılmadığını anlatıyor. Burada Ebu Husayl ile birlikte Resûlullah ﷺ’a katılmak üzere yola çıktıklarını ancak Kureyş kâfirlerine yakalandıklarını ve Muhammed’e katılmaya mı gidiyorsunuz diye sorduklarını, kendilerinin de hayır, sadece Medine’ye gitmek istiyoruz dediklerini, bunun üzerine Resûlullah ﷺ’a katılmadan direk Medine’ye gitmek üzere kendilerinden söz alarak bıraktıklarını söyler. Onlar da Resûlullah ﷺ’ın yanına gelerek durumu anlatırlar ve Resûlullah ﷺ; «Siz ikiniz gidin; onlara verdiğimiz sözü tutalım ve onlara karşı Allah’tan yardım dileyelim.» der. Yani müşriklere verdikleri söz için Resûlullah ﷺ’ın emriyle en kritik savaşlardan birisine katılamamışlardır.
Tabi ahde vefa ile ilgili daha birçok nas (ayet-hadis) bulunur. Sadece Kur’an’da sözünü yerine getirmek ve ahde vefa ile ilgili onlarca ayet vardır. Örneğin Al-i İmran Suresi 76. ayette; «Hayır, kim ahdine vefa gösterir ve takvalı olursa, kuşku yok ki Allah muttakileri sever.» denilerek, ahde vefanın takva kapsamında olduğu ve ahdine, sözüne riayet edenlerin muttaki olup Allah’ın sevgisini kazanacağı belirtilmiş oluyor.
Yine Bakara Suresi 117. ayette Allah Teâlâ katında iyi ve güzelin ne olduğunu, içinde imanın bazı erkânı da olan bir takım örneklerle açıklanırken; «Söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenler.» şeklinde mü’minlere atıfta bulunulur. Buna mukabil örneğin Araf Suresi 102. ayette ise, ahde vefasızlığın fasıkların özelliği olduğuna işaret edilmiştir. Sünnet’te de, örneğin Müslim’in sahihinde (5961) geçen bir hadiste; «Münafığın alameti üçtür; konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde tutmaz ve emanet edildiğinde güvenilmez.» denilerek ahde vefasızlık, münafıklığın alameti olarak belirlenmiştir.
Kur’an ve Sünnet’in naslarından anlaşıldığı üzere söz ve ahit Allah Teâlâ’ya verildiği gibi kullara da verilebiliyor ve her ikisinin de tutulması çok önemlidir. Örnek olarak Bakara Suresi 40. ayet gibi birçok nasta Allah Teâlâ Yahudilere hitap ederek Allah’a verdikleri sözü yani iman ahdini yerine getirmelerini ister. Yine Nahl Suresi 91. ayette; «Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin.» denilmektedir. Yukarıda zikredilen naslarda da kullara verilen söz ve ahitler için yeterince örnek vardır.
Diğer taraftan söz verilmiş kişinin kim olduğu da önemli değildir. Gerektiğinde bir kâfir veya müşrike bile söz verilmiş olabilir veya onlarla sözleşme yapılmış olabilir ve bunların da ciddiyetle yerine getirilmesi gerekir. Yukarıda Sünnet’ten bir örnek zikretmiştik. Ayetlerden de mesela Tevbe Suresi 4 ve 7. ayetlerde geçtiği üzere daha önce müşriklere verilmiş sözlerin önemle yerine getirilmesi ve onlar bozmadığı sürece bozulmaması istenmiştir. Siyerden bildiğimiz üzere Resûlullah ﷺ müşrik ve kâfirlerle yaptığı anlaşmalara çok dikkat eder ve onlar bozmadığı takdirde kendisi asla buna halel getirmezdi.
Sünnet’ten farlı örnekler de verilebilir. Mesela Buhari’nin sahihinde (3166) şöyle bir hadis geçer; «Kim bir ahitliyi (İslam devletine giriş için eman / vize verilmiş gayrimüslim) öldürürse, cennetin kokusunu almaz. Oysa cennetin kokusu kırk yıllık mesafeden bile alınır.» Yani mü’min, kişisel sözünün ötesinde Müslümanlar adına gayrimüslimlere verilmiş söz ve ahitlere de riayet etmek zorundadır.
Bunun yanında İslam’ın öngördüğü söz ve ahitler, randevu vb. kişisel sözler olabileceği gibi, günümüzde yaygın olan iş sözleşmeleri vb. akitler de olabilir. Nitekim Maide Suresi’nin ilk ayeti; «Ey iman edenler, akitlerinize vefa gösterin.» şeklinde başlar ve daha çok anlaşma ve sözleşme benzeri akitlere riayet etmeyi emreder. Örnek olarak Mearic Suresi 32. ayette de mü’minlerden bahsederken; «Onlar emanet ve ahitlerine [sözlerine] riayet ederler.» denilerek, daha çok kişisel sözlere işaret edilmiştir. Diğer örnek naslardan da bunlar açıkça anlaşılıyor zaten.
İslam’da ahde vefanın önemini göstermek adına daha fazla söze gerek yoktur sanırım. Şimdi bunun sonucunda vurgulamak istediğimiz hususa gelelim. Üzücüdür ki bizler bu hususta da sınıfta kalmış durumdayız. Müslümanlarda ahde vefa sorumluluğu çok zayıftır hatta kimisi istismar bile edebiliyor. Oysa Allah Teâlâ İsra Suresi 34. ayette; «Ahde vefa gösterin, kuşkusuz ahitten sorulacaktır.» buyurarak, ahit ve sözün bir sorumluluk olduğunu ve yerine getirilmediği takdirde hesabının sorulacağını açıkça ifade ediyor.
Örnek olarak zikrettiğimiz naslardan (ayet-hadis) açıkça anlaşıldı ki; nas ile yani ayet veya hadisle kâfir ya da müşrik olduğu kesin olan kişilere verilmiş sözler bile itina ile yerine getirilmesi gerekir. Aksi halde mü’mine güven olmaz zaten yani mü’min olmak, güvenilmez olmak demek olur ki bu, İslam’ın amacına temelden terstir. İşte örnek olarak Peygamber ﷺ’in hicret ederken müşriklerin kendisine emanet bıraktığı eşyalarını iade etmek için İmam Ali (ra)’yi görevlendirmesi, İslam’ın bu önemli amacının fiili uygulamasıdır.
Hâlbuki öyle bir duruma geldik ki, İslam davasını güttüğünü iddia eden nice kişi, işinde çalıştığı Müslümanları dahi tekfir edebiliyor ve kendisine zarar vermeyi hatta malını kendine helal saymayı, sözüne, sözleşmesine aykırı görmüyor. Bunlar için verilen söz, yapılan sözleşme ve benzeri ahitlerin hiçbir önemi kalmıyor. İslam’ın temelden kâfir veya müşrik olan kişilere verdiği eman ve güvenceyi, bunlar Müslümana dahi vermiyor. Gel gör ki kendisinden daha iyi müslüman da yoktur. Tabi İslami bir dava iddiası olmayanları hiç hesaba katmıyoruz bile!…
Diğer acı bir vakıa ise, verdiği randevusuna bile sadakati olmayan nice kişi var ki; ümmeti bir dava gütmeye kalkışıyor. Bir kişiye verdiği sözü bile tutamayan adamın kitlelere vereceği bir şeyi olamaz. Bir mü’min, özellikle İslami bir davaya kalkışan bir mü’min, şu zaman şu yerde görüşelim diye söz vermişse, gerçek bir özrü olmaksızın yerine getirmediği vakit, güvenilmez olduğunu göstermiş olur. Gelmediğinde veya gelemediğinde haber vermesi şöyle dursun, telefonunu bile açmayan veya geri dönüş dahi yapmayan birisi, sözünün adamı olmayan ahde vefasız birisi olduğunu belirtmiş olur. Bir görüşmeyi dahi gerçekleştiremediğin kişiyle bir dava yürütmek böyle dursun, sıradan bir arkadaş olarak bile fazlasını beklemek hamakat olur!…
Oysa Allah Teâlâ Maide Suresi 13. ayette Yahudilerden bahsederken, ahitlerini bozdukları için onları lanetlediğini söylüyor. Yine Tevbe Suresi 77. ayette kâfir ve münafıklardan bahsederken, yalan söyleyip ahde vefa göstermedikleri için, kıyamete kadar kalplerine nifak sokulduğunu belirtir. Dikkat edilirse daha başka örnekleri de olan bu ayetlerde ahde vefasızlık, söz ve sözleşmeye riayetsizlik, kâfir ve münafıkların özelliklerinden olduğu ve lanetlenmeye sebep teşkil ettiği açıkça belirtilmiştir.
Buhari’nin sahihinde (2227) geçen kutsi bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Kıyamette üç kişinin hasmı [bizzat] ben olacağım, bunlar: Benim [adım] ile söz verip yerine getirmeyen, hür bir insanı satıp parasını yiyen ve çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyen kişidir.» Yine başta Buhari (6178) ve Müslim’in (1735) sahihleri olmak üzere birçok hadis kaynağında geçen diğer bir hadiste; «Allah kıyamette ğadir [hain, vefasız, güvenilmez] için bir sancak dikecek ve işte bu, falancanın ğadresidir [hıyaneti, kalleşliği, vefasızlığı] denilecektir.» diyerek ahdine riayet etmeyenin kıyamette nasıl ifşa edileceği ve bütün insanlık içerisinde nasıl rezil rüsva olacağı açıklanmıştır. Tabi bu, onun için ayrıca bir ceza olacaktır.
Taberani (10992) ve Deylemi (Firdevs, 2978) gibi muhaddislerimizin aktardığı uzun bir hadiste; «Bir topluluk ahdini bozduğunda, Allah onlara düşmanlarını musallat eder.» denilerek aslında Müslümanların bugün yaşadıkları zilletin sebeplerinden birisini açıklanmış oluyor. Müslümanlar hem Allah’a ve hem de başta birbirilerine olmak üzere insanlara verdikleri sözleri yerine getirmeyince, ahitlerine riayet etmeyince, Allah her taraftan başlarına düşman musallat etti. Öyle ki, kendileri bile ırkçılık uğruna birbirilerine musallat oldular. Hâlbuki Allah Teâlâ Nisa Suresi 141. ayette, mü’minler aleyhine kâfirlere asla yol vermeyeceğini vaat etmişti. Belli ki Müslümanlar, bu ilahi vaadin terettüp edildiği imanı yitirdiler!…
Şu halde mü’min ve müslüman öncelikle Allah’a verdiği iman ahdinde sadakatli olmalıdır. Ardından iman ile kazandığı sadakat, vefa ve güven vasfının gereği, kim olursa olsun, İslam’ın helalini haram ve haramını helal yapmadığı sürece insanlara verdiği sözünü veya onlarla yaptığı sözleşmelerini yerine getirmek zorundadır. Bu hakikat hem mü’min olmanın gereğidir ve hem de İslam’ın temel amaçlarındandır. Aksi halde, örnek olarak verdiğimiz nasların kapsamına girer!…
Ya Rabb! Ahde vefasızlıktan sana sığınırız…
Burhanüddin Aldiyaî