Doğu Türkistan…
Ne çok hamdedecek sebebimiz var bizim değil mi? Farkında mıyız acaba nimetlerin.
Yoksa katılaştı mı kalplerimiz?
Nede çok duyarsızlaştık değil mi?
Sosyal medya kullanıcılarına sık sık diyorum; “Ne olur, Müslümanların acılarını görsel olarak sansürsüz paylaşmayın!”
Hadi zulmedenler düşmanlarımız. Siz de mi düşmansınız bize?
Birincisi; O zulme ve işkenceye uğrayan, kanlar içinde feryat eden, tecavüze uğrayan en yakınımız olsa, boy boy resimleri paylaşılan. Yüreğimiz kaldırır mı? Dayanır mı ciğerimiz?
İkincisi; Bu gözler göre göre bağışıklık kazandı. Bu ümmet gamsızlaştı.
Kana, gözyaşına, ümmetin çığlıklarına, açlığına, sefaletine alıştı gözler…
Kalpler artık acımıyor eskisi gibi…
Psikolojik bir hâdisedir bu…
Ben Sosyal Medya’nın olmadığı dönemleri iyi hatırlarım. Sıcak Coğrafya’lardan gelen her bir haber önce kulağımıza, sonra yüreğimize kor gibi düşerdi. Yanardık. İçimiz acırdı. O acı ile kalmaz, yumruklarımızı sıkar, gece o samimî duygularla teheccüde kalkar, eller dua da birleşirdi.
Dava şuuru, Ümmet bilinci vardı…
Sonra ne mi oldu?
Önce bombalarla parçalanmış et parçaları,
Sokakları kan gölü olmuş boy boy fotoğraflar ekranları kapladı;
Çılgına döndük: “Kahrolsun Zalimler, Kahrolsun müstekbirler” dedik.
Çok sürmedi…
Sonra çoğaldı o fotoğraflar, ne olduysa artık zihnimizde çok “traj” almadı, “Evet işte yazık Müslümanlara” dedik bir dua, birde amin gönderdik…
Başka da gönderdiğimiz bir şey olmadı.
Sonra kimyasal ölümleri de gördü gözler.
Bu sefer kan olmadan can çekişen “modelleri” idi. Farklı geldi, bu sefer double “Kahrolsun!” dedik.
“Kimyasalmış bu sefer ki.”
Sonra ne oldu?
Ne oldusu mu var…
Kimyasal silahlarmış işte bunlar.
Onu da öğrendik. Yerde ak kefenler içinde yatan bebek cesetleri…
Evet, evet… O bebek cesetleri.
Görmeyeniniz olmamıştır koca bir mekân ve saymaya çalışsam, aciz kalacağım bir sürü masum bebek cesedi.
Tabii bunun da reytingi azaldı artık…
Bak bak, aynı şey (!) Derken “savaştan kaçarken sahil ölümlerine tutulan” “İNSAN”lar geldi ve şaşırdık, kan yok, kimyasal yok, deniz insan doğuruyor. İnsanlık sahile vuruyordu… Alışınca, başka versiyonlarını, türevlerini sundu medya bize.
Biz sustuk,
Kadınların ırzı, beldeler tarumar.
Ezanlar, namazlar yasaklanmış, bedenler işkence de…
Sahi gündem de Doğu Türkistan var şimdi.
Eski ve yeni boy boy görüntüler.
Daha evvel de izlemiştik…
Ne değişti ki?
Değişmedi ki. Değiştiremedik ki, hâlâ zulüm devam ediyor.
Biz hep izledik… Sustuk… Alıştık…
Kaybettik. Kayıplar verdik…
Kimimiz benim gibi sadece yazdı nacîzane.
Biraz vicdanı rahatladı (!) Belki…
Pekii, ben nefsime şimdi soruyorum!
“Ey nefsim! Bu zillet değil de nedir?
Gerçekten kaç kişi bunlar?
Hâkîkaten bu zilletin başı, kökü nedir?”
Kaçımız sordu?
“Ben ne yapmalıyım? Hangi sahillerdeyim?”
Kaçımız hayatını çapraz sorguya aldı böylesi sorularla?
Kadınları en iyi kadınlar anlar!
Zulme uğrayan kadınları da gördü bu gözler. Yardım çağrılarını da duydum… Sadece dinledim…
Kaç kişi o bacıların gözlerinde ki hüznü, dramı, Mustazaf düşmüşlüğünü anlayabildi, anlatabildi?
Hangimiz gece yarıları uyanıp, bu bacıların derdi ile dert sahibi oldu, içini yakıp kavuran acıyı, öfkeyi Rahman’a sundu?
Bu kadar ayrılığın içinden hakikati bana ver Rabbim, diye ağladı ve dayatılanların ötesine geçerek kapısının önünü süpürmeye başladı?
Ah kadınlar! Kaçımız bu cicili, pembe pancurlu dünyaya; “Sen orda bi dur, haddini bil! Zira benim sana ayıracak zamanım yok artık! Benim din kardeşlerim acılar içinde benden yardım bekliyor!” diyebildi?
Kaç kişi…
Kaç kişi elini taşın altına yaraşır görebildi?
Ey nefsim!
Kaç kişi…
Nefs…
Kaç…
Kaç nefis… Allah’a firar et…
Dicle Şafak
Buram buram kıyam kokan bir yazı sizi yürekten tebrik ediyorum üzerimizdeki gaflete bir neşter attığınız için…