Kapımızdaki Tehlike

Muttakî kullarına hayat rehberi olan ve kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan ve Kur’ân-ı Kerim’i inzal buyuran Allah’a hamd olsun. Salat ve selam, ahlakı Kur’ân olan, söz ve fiilleriyle onu tefsir eden Muhammed (sav)’in, O’nun ailesinin, ashabının ve kıyamet gününe kadar O’nu takip edenlerin üzerine olsun.

Aslında son günlerde gündemde isminden kasıtlı ya da kasıtsız bahsettiren Mustafa Öztürk, İslam alemine oynanan oyunun Türkiye’deki üçüncü aşamasıdır. Ne yazık ki bu oynanan oyunun son aşaması da değildir.

Ercüment Özkan ile başlayan bu yolculuk Mustafa İslamoğlu vb. şahıslar ile devam etti. Mustafa Öztürk vb. şahısların etkisiyle bugünün seleflerini geride bırakıp onları aratacak, dini tahrif eden düşünceler gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.

Ortaya atılan fikirler ve bu fikirlerin etrafında oluşan zihniyet hiçbir şekilde İslam’a ve Müslümanlara ya da kendilerinin bahsetmiş olduğu Kur’ân İslamına(!) yarar sağlamayıp tam anlamıyla batı emperyalizmin işine işini kolaylaştırmıştır.

Cahiliye hep var olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Değişen şey sadece ismidir lakin altında yatan zihniyet hep aynıdır. Günümüzde cahiliye devrini aratmayan farklı isimler, zihniyetler, akımlar, düşünceler türemiştir. Bugün ülkede adı Müslüman olup tek gayesi dine zarar vermek, dine saldırmak olan ve bunu vazife belleyen omurgasız insanlar baş göstermiştir.

Adı Müslüman olan kimseler diyorum çünkü bu kimselerin İslam’a saldıran ne koministleri ne laikleri ne emperyalistleri ne de Orta Doğu’da Müslümanları katletmeyi kendilerine vazife bilmiş Avrupa’nın haçlı zihniyetine tek bir söz söylediklerini ya da bunu kendilerine dert edindiklerini görebilmiş değiliz. Ömer(radıyallahu anh) ne kadar yerinde ve aslında günümüzün halini özetleyecek bir tespit yapmıştır. “Bu ümmet için en korktuğum şey, dili ile alim fakat kalbi ile cahil olan kimsedir.” Allah Ömer’den razı olsun. Anlatmaya çalıştığım şeyi nerede ise o tek bir cümlede özetlemiştir. Bu sebeple  yazımızın hem başlığı hem de özeti olabilir diyebilirim. 

Bu şahıslar aslında kimi zaman sessiz kalmalarıyla, kimi zaman konuşmalarıyla kimlerin safında olduğunu ya da tabir-i caizse kimin ekmeğine yağ sürmeye çalıştıklarını hatta çalışmaktan öte yağ sürdüklerini şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde göstermişlerdir.[1]

Normalde isim vermek alışkanlığım değildir. Nitekim bizlerin aslında vereceği mücadele isimlere değil zihniyetlere olmalıdır. Çünkü isimlere karşı vereceğimiz mücadele sadece o ismin yok olmasına sebep olacak lakin mücadelemizi, enerjimizi bu şahısların dayandıkları zihniyete, düşünceye harcarsak Allah’ın izniyle dayandıkları zihniyetle beraber isimler de yok olacaktır.

Bu nedenle denir ki; Büyük kimseler fikirler ile ve küçük kimseler ise kişiler ile uğraşırlar. Bizlerinde küçük işler ve meşguliyetler ile uğraşmaya vakit ayıramayacak kadar ciddi meşguliyetleri olması gerek bir ümmet olduğumuzu herdaim hatırlamak zorundayız.

Biliniz ki İslam’a yapılan saldırı bu dini sarsacak değildir. Allah kendi dinini bütün fikir ve düşüncelere üstün kılacaktır. Bu hakikati Rabbimiz şöyle ifade etmektedir: “O, Resulünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki, o dini tüm dinlere üstün kılsın. Şahid olarak Allah yeter![2]

Bütün uğraşlar sonucunda değişen bir şey olmayacak ve onlar bütün var gücüyle de bu dini susturmak, nurunu söndürmek isteseler de bunda zaten başarılı olamayacaklardır. Bu hakikati Rabbimiz şöyle ifade etmektedir:
Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.[3]

Bu hakikatlere bilmenin ötesinde iman etmiş ve hiçbir şüpheye de yer bırakmış değiliz. Yenilen İslam değil bizleriz. Ezilen İslam değil bizleriz. Allah bizlerden daha hayırlı bir nesil getirmeye de dinini bütün dinlerin ve fikirlerin üstünde aziz kılmaya da gücü yeter ve yetecektirde… Lakin önemli olan bu sürecin içinde bizim nerde olduğumuz ve neye katkı sağlayıp nereyi zayıflattığımızdır. Bu nedenle süreç içinde kendi hatalarımızı da görüp buna göre yol almak durumundayız.

Hatalardan ibret almak hikmetin gereğidir.

Şunu bilelim ki sorunların temeline inmeden ve ana kaynağını bulmadan yapılan uğraşlar beyhudedir. Bu nedenle öncelikle yaşadığımız problemin ivme kazandığı aşamada ilk yapacağımız şey bunun hızlanmasını ve yayılmasını sağlayan adeta beyinler felç geçirmiş gibi bu hastalık ile meşgul olduğu zaman -neden ve nasıl- başlıkları altında kendimizi sorgulamamız gerekecektir.

İbnu’l-Cevzi Saydu’l-Hâtır kitabında seleften şöyle bir anektod aktarır. “Yaptığı işte başarısızlık hissedince mescide gidip iki rekât namaz kılıp sonra devam eder. Bunun üzerine kendisine sorulduğunda ise şu cevabı verir. “İki Rekat namaz kılıp şüphelendiğim bir amel vardı ondan tevbe ettim.

Yine Süfyan es-Sevri: “Allah’a yemin olsun ki ben eşimin ve bineğimin asiliğinden Allaha’a karşı bir günah işlediğimi anlarım.

Bugün ise başta bizlerin yazma, çizme, oturum ve panellerimizde ki zayıf etkide amellerimize ve mücadeledeki samimiyet ve ihlasımıza dönmemiz gerekir.  İkinci olarak izlediğimiz ve takip ettiğimiz yöntemin ne kadar hikmetli olup olmadığına bakmamız gerekir.

İlk hadis inkarcılığı meselesi söz konusu olduğunda bizler bir sonraki merhalenin Kur’an’ı inkâr etme olduğunu dile getirmiştik. Hatta birçok ilim ehli de buna dikkat çekmeye çalışmıştı. O günlerde yapılması gereken şey o günün cevaplarını verip bir sonraki merhaleye de insanları hazırlamak olması gerekirdi. Bunun ile beraber bu tehlikeye odaklanıp, bir sonraki merhaleye hazırlık aşamasında şahısların hiçbir şekilde muhatap alınmadan fikirler(zehirler) ve çözümler(panzehirler) merkeze alınması gerekirdi.

Durum ise hikmetten uzak bir kesimin hadis inkârını sinsi sinsi islam ümmetinin arasında yayılmasını sağlayan bu işin öncülüğünü yapan birkaç aklı başında olmayan cahil yazar bozuntuları ile oturumlar düzenledir. “Buhari’inin din hakkında konuşmaya hakkı varda bizim yok mu” diyen bu küstahlara “Câbir bin Hayyân’ın karşısında senin kimyada söz hakkın ne ise Hadis konusunda da Buhari karşısında konumun odur” demediler.

Fakat hadis savunucusu olarak görünen ilim ehli zevat, bu kimseleri adamdan sayarak karşısına alıp oturumlarda söz hakkı vererek zımnen bu küstah cahillerin kendisinde bulmak istediği hakkı kabul etmiş oldular. Cahillerin yanında da bu şekilde anlaşılmasına sebep oldular.

Bu kimseler ile görülmesinin nesi yanlış?

Çok bilmiş, pişkin kimselerin verdiği bu cevapta doğru olup yanlış sorulan bir sorudur. Nitekim bu kimseler ile görüşmek değil yapılan oturum şekli yanlış idi.

Açık oturumda onların ilmi seviyelerinin herkesçe görülebileceği bir ortamda yapmak yerine cahilliğin verdiği korku ile ses ve görüntü alımına izin vermediklerinde “Neden, siz hak iseniz buyrun hak oluşunuzu herkes bilsin bizim de yanlış üzerine olduğumuza insanlar şahidlik etsin” diyerek bu tarz bir oturumu kabul etmemeleri gerekirdi.

Bu neden ile  diyoruz ki olması gereken ya da atılması gereken adım bu insanlarla gizli kapılar arkasında görüşmek değildi; tam aksine açık oturumlar düzenleyerek bu insanların yalanlarını açığa çıkararak, iftiralarına aleni bir şekilde cevap vererek hem kendilerini hem de fikirlerini rezil etmekti.

Ne yazık ki bu insanları adam yerine koyarak, “oturup konuşalım, fikirlerini dinleyelim, şüphelerine açıklık getirelim” düşünceleri üzerine atılan adımların fayda değil zarar getirdiğini anlamak çok zaman almadı.

Şuanda iş bir üst merhaleye taşınıp artık elimizdeki Mushafın lafız olarak Allah’a ait olmadığı ve Muhammed aleyhisselamın yorumu olduğunu ifade ederek diğer anlamda İnkar eden kişilere yeterli bir refleks gelişmemiş olmasında yukardaki adımları izleyerek bu işe yumuşak bir geçiş kazandıran ilim ehli zevatın hikmetsiz hareket edişlerinin büyük bir payı vardır. Bunun mesuliyetini kabul etmeleri ise onların erdeminden olacaktır.

Geçmişi konuşmak bize birçok noktada fayda sağlamaz lakin ders almamız konusunda ve atacağımız adımlar konusunda çok fazla yarar sağlayacaktır. Günümüzde gerek hadislerin şahsında Peygamber (s.a.v)’e ve gerekse bir üst aşaması olan Kur’an’a yapılan saldırılarla ilgili Müslümanların birlik olup, sağlıklı bir şekilde kanalize edebilecek bir refleksi geliştirmeleri dinin getirdiği ve emrettiği, her Müslümanın da kendine vazife edinmesi gereken önemli bir meseledir.

Sünnet bilincini öğreterek işe başlayıp şüpheler ile uğraşmak yerine hadislerin bir iman meselesi olduğunu iyi işlemesi gerekecektir.

Rabbimiz Muhammed aleyhisselama ümmet olmanın hakkını veren kullarından eylesin…

Abdullatif MERMER


[1] Hindistan’da neşet etmiş ve bu sapkın fikirlerin anası hükmünde olan Sir Seyyid Ahmed han ve onun İngilizler ile sonra ortaya çıkan güçlü ittifakı ve dindeki aleni sapması buna açık bir örnektir.

[2] Fetih suresi, 28.

[3] Saff suresi, 8.

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir