Sünnet üzerindeki şüpheler ve akıl terazisinde Cevaplar…

O’nun Adıyla

Bize Muhammed aleyhisselamı usve-i hasene olarak gönderen,[1] ona sadece itaat etmekle yetinmeyip ittiba etmeyi [2] yani yaptıklarını sadece dinlemeyi değil, bilfiil uygulamayı bize emreden Allah’a hamdolsun.

Allah’ın kendisine gönderdiği vahyi kendi hayatında canlı kılarak yaşayan Kur’an olan[3] ve bunu fiili, kavli ve takriri sünnetiyle en güzel şekilde sahabesine öğreten hz. Muhammed’e selam olsun.

Peygamber’e hem itaat etmekten ve hem de ittiba etmekten onur duyan ve bununla şereflenen, kendisinden sonraki nesle bu şerefli hareketi en güzel şekilde nakleden sahabeye, Tabiine ve Etba-ı tabiine ve onların çizgisinde gitmeyi kendisine şeref bilen müminlere selam olsun.

Bilindiği gibi hadis inkarcılığı ilk olarak ikinci yüzyılda İslam toplumu içerinde batıl mezhepler olarak kabul edilen Mutezile ve Haricilerin elleri ile ortaya çıkmıştır. Bu iki batıl ekolün kendi heva ve heveslerine ters düştüğü noktalarda ayrıca ayetleri istedikleri gibi yorumlamaya mani olan hadisleri sindirememeleri onları inkar etmelerine sebep olmuştur.

İlk olarak o dönemde ortaya çıkan hadisleri inkar etme hastalığı, o günün basiretli alimlerinin varlığı ve vahiy kültürüne sahip bir toplumun bulunması sebebiyle çok yayılamamıştır. Oksijeni cehalet olan bu fikir, nefes alamadığı o dönemde uzun yaşayamamış ve kısa bir zaman diliminde tarihin çöplüğüne atılabilmiştir.

Üstad Mevdudi’nin de dediği gibi o gün bu bid’at fikrin yayılmasına, hadis inkarcılarının şüphelerini basiret potasında eriten alimlerin erken müdahaleleri ve yapılan izahatları anlayabilecek kültürde bir halkın varlığı mani olabilmiştir.[4]

Yine üstad Mevdudi’nin dediği gibi günümüzde bu işin çok sıkıntılı olmasının iki tane sebebi vardır ki o da bizim dönemimiz ile o dönem arasında şu iki farktır:[5]

Birincisi; o gün hadisi inkâr eden Mutezile ve Hariciler, Arap diline vakıf ilim ehli kimselerdi ve hadisleri reddederken bir usule dayanarak bir ölçü ile reddediyorlardı.

İkincisi ise; halkın kültürlü olması onların söylediklerini algılamada referans olabiliyordu.  Böylece reddedenlerin belli bir ilme sahip olması onlara ilmi bir cevap verilmesine bir zemin hazırlıyordu. Elde bir usul olunca meseleleri değerlendirmek ve cevap vermek de çok zor olmuyordu. Onların verdikleri cevaplar ise halkın kültürel yeterliliği olması sebebiyle insafla birleşip bir reflekse dönüşebiliyordu. Günümüzde ise ne yazık ki bu faziletler bulunmamaktadır. İnkar edenler, hocası ve teb’ası ile beraber ilmi yeterlilikten ve kültürden yoksun bir cenahtan müteşekkil olmaktadır.

Buna dayanarak şunu diyebiliriz ki günümüzün temel problemi üç kısımdan oluşmaktadır.

Birincisi; hadis inkarcılığının ikinci yüzyılda olduğu gibi ilim ehli kimseler tarafından yapılmamasıdır.

İkincisi ve daha önemlisi ise; bu şüphelerin temelinin Avrupa müsteşrikleri yani oryantalistler ve onların Müslümanlar arasındaki samimiyetsiz ve nifak ehli çömezlerinin çalışmalarının ürünü olmasıdır.

Üçüncüsü ise; hadis inkarcılığını yapan kimselerin, hem ilimlerin temeli olan usul ilimlerinden, hem İslam kültüründen hem de bu dinin kendi dilinden yoksun acem kimseler olmaları sebebiyle anlayamadıkları meseleler üzerinden şüpheye düşmüşlerdir.

Ne yazık ki günümüz Müslümanlarının tek kültürü internet ve sosyal medya aracılığıyla kafalarını karıştıran bilgi kırıntılarıdır.

Bu girişten sonra konuya girecek olursak; ne yazık ki bu hususta şüphe ehli olan kimseler, müdellis bir münafık grubun art niyetli çalışması ile karşı karşıya olduğunu bilmemektedirler. Bu husustaki şüpheleri ortaya atanlar ise tedlis sanatını çok iyi kullanmaktadırlar. Bununla beraber ehli sünnet camiasının içerisinde olduğunu iddia eden, palyaço kılıklı hocaların hikayeci bir din anlatmaları müdellisleri güçlendirmekte ve halk nazarında sapla samanın daha da karışmasına sebep olmaktadır.

Şuana kadar bu şüphelere inanan ve ortamlarda bizimle bu mevzuları tartışmak isteyen, iyi niyetiyle soru soran kimseleri karşıma alıp da onların takıntı ve sıkıntılarını dinlediğimde, düğümlendikleri en temel meselenin iki noktada birleştiğini gördüm.

Şimdi Allah’ın yardım ve inayetini talep ederek elimden geldiği kadarıyla konuyu uzatmadan bu iki meseleyi izah etmeye çalışacak ve oryantalistler ile içimizdeki çömezlerinin ortaya attıkları şüphelerin tamamen yersiz olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Birincisi; gözden kaçan en önemli husus Kur’an ile hadislerin birbirinden ayrılmasının imkânsız oluşudur. Kuran ile hadisleri birbirinden ayırmak tamamen ilimsizlik, cahillik ve meselenin şuurunda olmamaktır. Bunun böyle olduğunu şu sorudan anlamak mümkün olacaktır.

Hadisleri inkar eden oryantalistlere ve onların içimizdeki çömezlerine şunu soralım: Madem ki Allah Subhanehu ve Teala bize Kur’an’ı gönderdi ve bize sadece Kur’an’ın yeteceğini düşündüyse neden Allah subhanehu ve Teala Kur’an’ı kerimi bir kitap olarak indirmedi?

Hepimiz biliyoruz ki Kuran bir kitap olarak değil bir kavil olarak indi. Yani Allah subhanehu onu  Peygamber aleyhisselamın kalbine indirdi ve Peygamber de ağzından çıkan o sözün vahiy olduğunu, Kuran olduğunu söyledi. Biz onun sözüne inanıyorsak bu elimizdeki de Kuran ve Allah sözüdür. Yok, eğer onun sözüne inanmıyorsak bu normal sözlerden biridir.

Bu durumda hepimiz kabul ediyoruz ki Kuran, Allah tarafından Peygamberin dudaklarının arasından çıkarak, bize ulaştırılması murad edildi. Yani Kuran kavli olarak indirildi.

Aynı dudakların arasındaki dilden iki şey döküldü. Birincisi o Kuran’dır dedi ve iman ettik. İkincisi ise o vahyin diğer türü olan hadistir dedi buna da iman etmemiz gerekmez mi ? Ya da bu ikisini birbirinden ayırma yetkisi bize hangi ayet ile beyan edildi ?

Bu Kuran’dır diyen de Peygamberdir. Benden duyduğunuz bu sözler sizin için hüccettir, haramı ve helali belirler, diyen de aynı kişi olan Peygamber aleyhisselamdır.

Bugün gerek müsteşriklere ve gerekse onların içimizdeki çömezlerine “Biz, bu ağızdan çıkan sözlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeyiz.” manasında olan tercih etme yetkisini onlara hangi dil ya da hangi vahiy öğretmiştir ?

Eğer ki sadece kitap yetecek ve bir tefsire, hadislerle açıklamaya, ihtiyaç duyulmayacak olsaydı, kavil olarak değil aksine bir kitap olarak inecek ve açıklamaya ihtiyaç duyulmadan nesilden nesile nakledilmekle yetinilecekti.

“Kitabı kabul ederiz çünkü “değiştirilemeyecek”[6] ayeti var.” savunması ise yetersiz kalacaktır. Neden diyecek olursanız o ayeti, onu nakleden kişinin karıştırmadığını nereden bileceksiniz ?

Bu durumda eğer ki siz, sözü size nakledenin sözlerine itibar etmeyecekseniz onun size Kuran diye naklettiğine de şüphe düşürmüş olursunuz. Elinizdeki Kuran’ın güvensiz bir ağızdan nakledilmiş olduğunu kabul etmiş olacaksınız.

İnanın en önemli noktalardan bir tanesi burasıdır. Nitekim O ağızdan çıkan sözün biri bu ayettir bir diğeri ise bu hadistir ve “hadis size haram ve helali belirleyebilir”[7] demektedir. Siz ise şöyle diyorsunuz:

-Hayır, bu ağızdan çıkan vahiy başlığı altındaki bilgiyi alacağım, hadis başlığı altındaki bilgiyi almayacağım. Çünkü vahye uydurmanın karışması mümkün değildir. Lakin hadise uydurma karışmıştır. Hâlbuki size vahiy ve hadisi ayırıp taşıyan, taşıyıcı[8]  aynıdır.  Biz, gelen naklin “hadisler kısmını kabul etmeyiz” derken ayırma, seçme ve kabul edip reddetme yetkisini size kim verdi? Bizim bilmediğimiz bir vahiy mi alıyorsunuz?

Bu nasıl bir Peygamber inancı, bu nasıl bir din inancıdır ki dilediğini kabul eder ve dilediğini reddeder. Böyle bir şeyin olması mümkün müdür?  Hangi akıl bunu kabul eder? Hangi sağlıklı akıl aynı ağızdan çıkan sözlerin bir kısmının kabul edilip bir kısmının reddedileceğini ve bu yapılan tercihin Allah’ın dini olduğunu iddia edebilir?

İşte üzerinde durulması gereken nokta budur. Nitekim hadis inkarcıları bunu yaparak, bilerek ya da bilmeyerek dinin bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmiş ve bu haliyle Din dairesinin dışına çıkmışlardır.

İkinci şüphe ise hadis inkârcıları, oryantalistler ve onların içimizdeki çömezleri tarafından çok fazla dile getirildi ve kafa karıştırma hususunda çok fazla insanlara nakledildi. İnkârcılara inanmış kimselerse aynı şüpheyle Peygamberinin sözüne inanmış insanlara bu soruları sorarak kendilerince kafa karıştırmaya çalışmaktadırlar. Ne yazık ki kendilerince Müslümanların 1400 yıllık inanışlarının altına dinamit koymayı planlamaktadırlar.

Allah Subhanehu ve Teala her asırda farklı bir imtihan çıkaracak ve bu sınama ile kendi dinine halis bir şekilde inanan ve inanmayan kimseleri birbirinden ayıracaktır. Bu ise Allah subhanehu Teala’nın değişmez sünnetullahındandır. Hadislerle ilgili bu anlamdaki şüphelerin Allah Subhanehunun imtihan sünnetinden başka bir şey olmadığına iman ediyoruz.

Kafa karıştıran ikinci şüpheye gelirsek, hiç şüphesiz o da şudur.

Derler ki hadisler, Peygamber aleyhisselamdan 150-200 yıl sonra yazılmaya başlandı. Peygamberimizden 150-200 yıl sonra yazılan hadislere nasıl itibar edilebilir?

Uzaktan bakıldığında çok mantıklı bir sorudur. Bu sebeple de cahil olanların, altını çizerek söylüyorum cahil olanların kafasını karıştırmak için orjinal bir sorudur. Cahil dememin sebebi, bu sözü söyleyen kimsenin hadislerle ilgili A’dan Z’ye tek bir harf dahi bilmemesidir. Bunun sebebi ise şudur:

Şüpheyi biraz düşündüğünüzde zahiren mantıklı olduğunu göreceksiniz. Çünkü el-Hak doğrudur, imam Buhari’nin Peygamber aleyhisselamın vefatından 178 yıl sonra dünyaya geldiğini biliyoruz. Buna göre Peygamber aleyhisselamdan ortalama 200 yıl sonra hadisleri te’lif etmeye başlamış olur. O halde nasıl olur da 200 yıl sonra yazılan bu kitap bizim için Kur’an’dan sonra en sahih kaynak olur ?

Yukarda da dediğim gibi soru çok mantıklı ama yalnızca cahiller için… Çünkü burada can alıcı bir nokta var ki o da şudur; oryantalistler ve aramızdaki çömezlerinin tedlis sanatını çok iyi icra etmeleri, yani etkili bir kelime oyunu yapmalarıdır. Hadislerin yazılması (kitabet) ile hadislerin tedvini arasındaki farkı ilizyon ile perdeliyorlar. Çünkü hadislerin yazılması ile tedvini arasında bir fark var ve Ömer bin Abdulaziz döneminde yapılan çalışma hadislerin kaleme alınması değil aksine tedvinidir.

İlk tedvin çalışması Hicri birinci yüzyılın sonlarında olduğu doğrudur. İlk çalışma ise Allah ona rahmet etsin Ömer Bin Abdülaziz’in emriyle Şihab ez Zühri tarafından yapılmıştır.  Ondan sonra da tashih çalışmaları başlamış ve devam etmiştir.[9]

İşte genelde hadis inkarcılarının ve aramızdaki çömezlerinin kullandıkları nokta burasıdır. Fakat yukarda da söylediğim gibi  hadislerin tedvini her ne kadar bu tarihlerde yapılmış olsa da yazımı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Nitekim hadis yazılması bizzat Peygamberimizin emriyle kendi döneminde 50 küsür sahabenin eliyle kaleme alınmıştır.

Bu hususu izah etmeden önce şu sorunun cevaplanması gerekmektedir.

Genelde hadis inkarcıları, hadislerin Peygamber aleyhisselatu vesselam döneminde yazılmadığını ve yazılmasının yasaklandığını öne sürerler. Buna gerekçe olarak da asıl kaynağın Kur’an olduğunu iddia edip hadislerin de itibarsız olduğu şüphesini oluşturmaya gayret ederler. Bu iftiralarına kaynak olarak da Müslim’in zühd bölümünde naklettiği bir hadisiöne sürerler. Mevzubahis hadiste Peygamber aleyhisselatu vesselam “Benden duyduklarınızı yazmayın kim benden Kur’an dışında duyduğu bir şey yazmışsa onu imha etsin. Benden duyduklarınızı başkalarına da nakledin bunda bir sakınca yoktur. Kim kasten benim söylemediğimi söyledi derse cehennemdeki yerini hazırlasın.[10]

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki hadis, kendi içinde onları yalanlamakta ve hadislerin önemsiz değil aksine nakledilmesi gereken önemli hükümler içerdiğini ifade etmektedir. Hadislerin önemini ifade eden en önemli kısım ise Peygamber adına söylenecek yalan sözün karşılığının cehennem olduğunun ifade edilmesidir.  Çünkü eğer Peygamber sözlerinin bir önemi yoksa o zaman hadisleri uydurmanın bir zarar ya da faydası söz konusu olmayacaktır. Bu durumda bir uyarıya da gerek kalmayacaktır. Çünkü hadislerin kıymeti yoksa uydurmanın da kıymeti yoktur.  Fakat anlıyoruz ki teşride Peygamber aleyhisselatu vesselamın sözleri o kadar önemlidir ki o sözlerde değişiklik yapan kimseler, Kur’an’da değişiklik yapmış gibi cehennem ile cezalandırılmakla tehdit edilmektedirler. Bu hadis tek başına bile hadis inkarcılarının karşısında, hadisin ne kadar önemli olduğunu beyan eden en önemli hadis olma vasfına sahip olabilmektedir. Nitekim bu hadisi kendileri her oturumda her ortamda dile getirmekteler ve Peygamberin bu sözü üzerinden hadisleri inkar etmektedirler. Ulema ne güzel ifade etmiştir; bid’at ehlinin lehlerine getirdikleri her delil onların aleyhine bir hüccettir. Bu hadis de buna güzel bir örnektir.

Hadislerin yazılması yasaklanmış mıdır?

Evet, hadislerin yazılmasının yasaklandığı doğrudur fakat bunun sebebi oryantalistlerin ve onların çömezlerinin uydurdukları gibi değildir. Aksine ilk dönemde insanlar Kur’an’ın uslubuna tam anlamıyla aşina olmadıkları için Peygamber aleyhisselam hadislerin yazılmasına müsaade etmemiştir.

Peygamber aleyhisselamın dilinden birçok şey önce nehyedilmiş sonra izin verilmiştir. Rabbimiz de Kuran’da bir şey emredip sonra onu neshedip yerine başka bir hüküm getirmiştir. Nesihten yani sonraki gelen hüküm ve açıklamadan sonra biz hiç bir zaman ilk yapılan açıklama ya da nehiy üzerinde durmuş değiliz.

Bir çok olay vardır ki bir dönem Peygamber aleyhisselam tarafından serbest bırakılan bir şey sonradan yasaklanmış (muta gibi) ve bir çok şeyde önce yasaklanmış ve daha sonra da serbest bırakılmış (kabir ziyareti ve oruçta sahur gibi). Nitekim Müslümanların kabirleri ziyaret etmeleri Peygamber tarafından yasaklanmıştı. Fakat ne zaman ki Peygamber aleyhisselatuvesselamın insanların kabirleri ziyareti  ile ilgili kaygısı izale olup toplum belli bir bilinç elde edince yani istenen kültüre sahip olunca  “Önce size  kabir ziyaretini yasaklamıştım fakat şimdi kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Nitekim size ahireti hatırlatır.”[11] diyerek ilk yasağı kaldırmıştır.

Eğer ki biz ilk hadiste nakledilen, hadisleri yazmanın yasakanlanması hadisine oryantalistlerin yaklaştığı gibi yaklaşırsak o zaman bugün kabirleri ziyaret etmeyi, oradan nasihat almayı ve kabirdeki insanlara dua okumayı kabul etmememiz gerekecektir. Ve ilk dönem sahur yasak olması sebebiyle şuanda da sahur etmememiz gerekecektir. Kimse tarafından mantıklı ve makul görülemeyecek bu düşünce ne kadar tutarsızsa hadisleri yazmak ile ilgili gelen yasaklamaya takılmak ve sonrasında verilen izni görmemek için ısrar etmek de aynen öyledir. Bununla ilgili onlarca örnek verilebilir.

Nasıl ki şuanda kabirleri ziyaret edip ölümü düşünmekte, ölümü tefekkür etmekte, ahirete intikal öncesinde bir hazırlık içerisinde olmakta herhangi bir sakınca yoksa ve nasıl ki ilk dönemde yapılan nehiy daha sonradan başka bir hadisle kaldırılmış ise aynen bunun gibi hadislerin yazılması ile ilgili de Peygamber aleyhisselatu vesselam aynı şeyi yapmıştır.

İlk dönem insanların Kur’an ile hadisler arasındaki farkı ayırt edememe tehlikesi ve birbirine karıştırma riskine binaen, hadislerin yazılmasına müsaade etmemekle beraber, daha sonra buna izin vermiştir. Nedense oryantalistler hadislerin yazılması ile ilgili gelen onlarca hadisi görmek yerine sadece nehy ettiği ile ilgili gelen birkaç tane hadisi ölçü alıp onlarla yetinmeyi uygun görmüşler. Aslına bakılırsa bu yaklaşım bile onların art niyetli olduğunu gösteren en önemli delillerden bir tanesi kabul edilecek değerdedir.

Hadislerin yazılması ile ilgili rivayetler;

Hadis kitapları zahmet edilip biraz karıştırıldığında hadislerin  yazılmasına müsaade eden çok fazla hadis ve rivayet olduğu görülecektir. Konuyla ilgili rivayetlerin birkaçı kısaca şunlardır;

1- İmam Buhari’nin Huzaalı’lar ile ilgili bir vakıada Ebu Hureyre’nin nakletmiş olduğu bir hadiste Peygamber aleyhisselatu vesselam bir hutbe irad etmiş orada bulunan yemenli bir kişi Peygamber aleyhisselama “Ey Allah’ın Resulü bu hadisi bana yazar mısınız?” demiş  ve bunun üzerine Peygamber aleyhisselatu vesselam hutbenin yazılmasını emretmiştir ve hutbe yazılıp o kişiye verilmiştir.[12]

2- Abdullah bin Amr bin el As radıyallahu anh Peygamber aleyhisselatu vesselamın hadislerini kaleme alır fakat bununla ilgili kureyşliler onu eleştirirler. “Peygamber aleyhisselamın her dediğini yazma sonuçta o bir beşerdir. Onun her söylediğini yazma.” dediler. Amr bin el As’da bunun üzerine tereddüt yaşadığını ve sıkıntısını Peygamber aleyhisselatu vesselam ile paylaştığını dile getirir. Peygamber aleyhisselatu vesselam ise  parmağı ile ağzını işaret ederek ona “Yaz nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki buradan hak dışında bir şey çıkmaz” diye buyurdu.[13]

3- Ebu Hureyre radıyallahu anh diyor ki; Peygamber aleyhisselamın ashabı içerisinde benden daha fazla hadis bilen yoktur. Abdullah bin Amr hariçtir. Çünkü o yazardı ben yazmazdım diyor.[14]

4-  Ensardan bir sahabi hadisleri ve hükümleri unutmakla ilgili, hafızasının zayıflığı hususunda Peygamber aleyhisselatu vesselame şikayette bulununca Allah Resulü aleyhisselam: “Hafızanı sağ elinle güçlendir.” diyerek yazmasını emretmiştir.[15]

5- Peygamber aleyhisselamın tedrisinden geçmiş Enes radıyallahu anh diyor ki “İlmi yazıyla muhafaza edin.”[16]

6-  Rafi bin hadic Peygamber aleyhisselamın hadislerini yazıp yazmamakla ilgili izin talep edince, Peygamber aleyhisselam  hadislerin yazılması ile ilgili bir sıkıntının olmadığını ona beyan eder.[17]

Sonuç olarak deriz ki; yukarıda da beyan edildiği gibi hadislerin yazılması Peygamber aleyhisselam döneminde Rasulullah’ın bizzat kendi izniyle yani o hayatta iken sahabe tarafından başlamıştır. Bu hususta ki kaynaklar isimleri ile beraber sahabeden 51  kişinin bizzat hadisleri yazdığını tespit etmişlerdir. Tabiin döneminde ise yazanların sayısının 152 kişi olduğunu kaydeder.Yani hadisleri kaleme alan sahabedir ve onlardan da talebeleri tabiin devralmış ve hadis öğrencileri arttıkça yazan kimselerin sayısı da artmıştır.

Bu hususta daha geniş malumat için M.Mustafa el-A’zami dirasat fi’l hadisin nebevi ve tarihi tedvinih kitabına müracaat edilebilir. Biz yazımız için bu kadar açıklamanın yeterli olacağı kanaatindeyiz

Bu durumda akla şu soru gelebilir mademki hadislerin yazılması Peygamber aleyhisselam döneminde başlamıştır. O halde neden hadislerin yazıldığı dönemin Ömer Bin Abdülaziz dönemi olduğu söylenmekte ve bizzat başlatanın o olduğu söylenmektedir? Bu sorunun ilk etapta kafa karıştıran bir soru olmasının sebebi sorunun yanlış sorulmasındandır. Nitekim bilittifak hadis yazma tarihi Peygamber dönemine dayanır fakat insanlar  yazmak ile tedvin etmek arasındaki farkı bilmeme cehaletinden dolayı böylesi bir şüpheye kanmıştır.

Nitekim hadislerin yazılması sahabe döneminden Ömer Bin Abdülaziz’e kadar devam etmiş fakat Ömer Bin Abdülaziz  kendi dönemine kadar yazılı olarak gelen bu hadislerin sağlıklı bir şekilde bir sonraki nesle aktarılabilmesi için kapsamlı bir tedvin çalışması başlatmıştır. Yani Ömer b. Abdulaziz yazdırma değil derleme ve toparlamanın kapsamlı bir başlangıcını yaptırmıştır. Bu ikisi ise çok ayrı şeylerdir.

Nitekim tedvin dediğimiz, derlenip toparlanma işlemi için elde yazılı nüshaların mevcut olması gerekir. Aksi durumda bir tedvinden bahsedilmesi mümkün olmaz. Bu sebeple o dönemde yapılan tedvin çalışmasının varlığı, o döneme kadar ki yazılı çalışmaların varlığının en büyük ispatıdır. Günümüz insanının tedvin ile yazı arasındaki farkı ayıramama cehaleti, doğal olarak bugünün oryantalistlerinin ve aramızdaki çömezlerinin art niyetle ortaya atmış oldukları şüphelerin, insanlar nazarında kıymet bulmasına sebep olmuştur.

Özetle şunu söyleyebiliriz: Peygamber aleyhisselamın ağzından  çıkan ayetlerin bizim için hayati önem taşıdığını nasıl kabul ediyorsak aynı şekilde ayetlerin çıktığı ağızdan bize ulaşan hadislerin de aynı ağızdan ve aynı kaynaktan geldiği gerçeği altı çizilmesi gereken bir husustur.

Nitekim Kur’an bir kitap olarak gökten inmemiş, bilakis Peygamber aleyhisselamın kalbine ayet ayet inmiş sonra onun iki dudağı arasından nakledilen bilgi ile vahiy olduğu bize beyan edilmiştir. Biz, bunun vahiy olup olmadığını da yine aynı ağızdan öğrenmiş bulunmaktayız.

Bir ağız düşünün ki size birşeyler anlatıyor ve sonra diyor ki bu anlattıklarım Allah’ın sözleridir, bunlar vahiydir. Sonra aynı ağızdan şu sözler nakledilmektedir: “Size iki şey bıraktım bu ikisine yapıştığınız sürece asla sapmayacaksınız. Bu ikisi; Allah’ın kitabı ve rasûlünün sünnetidir.”[18]

Biz, vahyin çıktığı ağızdan gelen iki emanet arasından Kuran adındaki verinin kabul ve hadis adındaki verinin redddilmesini hangi bilgiye istinaden ifade edebiliriz. Ve elimizde nasıl bir hüccet vardır ki bunu söyleme yetkisini kendimizde görebilelim.

Bir gün bu tarz bir zümrenin çıkacağını Allah’tan aldığı ikinci vahiyle Peygamber aleyhisselam bakın nasıl ifade etmişti; “Dikkat edin yakında koltuğuna  yaslanmış halde bir adama benim hadislerim ulaşır da şöyle der: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Bize Allah’ın kitabı yeter. Onda bulduğumuz bir helali helal ve yine bulduğumuz bir haramı da haram kabul ederiz. Dikkat edin gerçekten Allah Resulü’nün de haram kıldıkları tıpkı Allah’ın haram kıldıkları gibidir.[19]

Ve yine: “Dikkat edin bana kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verildi. Allah’ın kitabından size ne verildiyse onu terk etmek için bir özür yoktur. Allah’ın kitabında aradığınızı bulamazsanız Peygamberinin sünneti geçerlidir.[20]

Sözün özü buradan yola çıkarak deriz ki Peygamber aleyhisselam Allah’tan hem Kuran ve onun bir benzeri yani Kitab’ı beyan eden, özel olanı genele ve genel olanı özele çeviren bir şey verilmiştir, bu ise sünnettir. Kitabın anlaşılması için korunan kitabın, korunan açıklamaları da olması gerekecektir. Nitekim öyle olmuş ve kitap kadar kitabın tefsir ve açıklaması olan hadislerde aynı titizlikle ilk günden günümüze kadar muhafaza edilmiş ve korunmuştur.

Abdullatif Mermer

[1] Ahzab suresi 21

[2] Ali imran suresi 31

[3] Hz Aişe’nin “Onun ahlakı Kuran’dı” sözüne atfen Müslim 1/514

[4] Sünnetin anayasal niteliği kitabına müracaat edilebilir.

[5] (a.g.e)

[6] Hicr suresi 9 “Onu biz indirdik, koruyacakta biziz” ayetine atıftır.

[7] İbni Mace, ebu Davud

[8] Sahabe-tabiin-etbau tabiin ve günümüze kadar nakledenler.

[9] İbni Hacer’in fethul bari 1/8, Kahire  Darülhadis matbaası

[10] Müslim,Zühd, 72

[11] Müslim ve Tirmizi

[12] Sahih-i Buhari de 1/53

[13] Ebu Davud’un Sünen  3/318   Ahmet bin Hanbel  Müsned 2/162

[14] Buhari 1/54

[15] Tirmizi, ilim,, 12

[16] İbni abdilber camiu beyanil ilm 1/72

[17] Suyuti Tedribur ravi sh 286

[18] Hicri Onuncu yılda veda haccından bir bölüm İbni kesirin siyerinden

[19] İbni Mace, ebu Davud ve aynı şekilde Tirmizi’de buna yakın lafızlarla rivayet etmişlerdir.

[20] Ebu Davut aynı yer

You may also like...

1 Response

  1. sevda dedi ki:

    Allah razı olsun. faydalı bir yazı olmuş.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir